Okurlarım hatırlayacaklardır, bir dönem dış ticaret açığına çok takılmaktaydım. O dönemlerde dış ticaret açığında rekorlar kırıyorduk. Bu konuyu konuşan yetkililer de dış ticaret açığının olağan bir şey olduğundan söz ediyorlardı.
Son genel seçimlerden sonra ekonomimize kayyum atanması ile dış ticaret açığının azalacağını da söylemiştik. Nitekim faizlerin artırılıp sıkı para politikası ile piyasadan paranın çekilmesi ile genel talep düşecek, özellikle tüketim ürünlerinde ithalat azalacaktı. İç piyasada umduğunu bulamayan üreticiler de ne olursa olsun, faaliyetlerini sürdürebilmek için bir süre ihracata yöneleceklerdi. Nitekim öyle de oldu, ama yine de dış ticaret açığımız bu geçici tedbirler nedeniyle sadece az bir miktar düştü. Yine de yıllık 80-90 milyar dolar civarlarında dolaşmakta. Şimdi ise ilgililer dış ticaret açığının ne kadar düşmekte olduğundan söz ediyorlar. Hatta çok komik beyanlar da var. Mesela cari fazlamız bile oluşmuş altın ve enerji giderlerimiz göz önüne alınmazsa. Yani bir emeklinin “kira ve gıda giderlerini saymazsan maaşım epey artıyor” demesi gibi...
Aslında açık ne kadar azalsa da bunun anlamı hala her gün ortalama 250-300 milyon dolar kadar fakirleşiyor olduğumuz. Bunu az gelirli kesim çok net hissederken, çok yüksek gelirli %5 hiç hissetmiyor. On milyonlarca dolarlık lüks motoryatlar yurtdışından getiriliyor ve astronomik kiralarla marinalarda bulabildikleri yerleri alıyorlar. Kimileri hala Marmaris’te, orada burada marinalarda yer boşalmasını bekliyorlar. Marinalar da emekli yelkenli tekne sahiplerinin uygun yerlerine tekmeyi vurup yerlerine bu motoryatları alıyorlar.
Bizler zavallı Narinler, “katli vacip” fermanı çıkmış dört ayaklı dostlar, salıverilen dolandırıcılar, harp okulu mezunu teğmenler falan ile meşgul edilirken daha kim bilir neler kaybediyoruz neler…
Bu konuların sadece birisinden bahsetmek istedim, zaten herkes hepsinden sürekli bahsetmekte.
Polisin, jandarmanın silahı varsa, askerin de silahı ve kılıcı üniformasının bir parçasıdır. Onlar Türkiye Cumhuriyeti’nin, dolayısıyla cumhuriyetin kurucu değerlerinin askeri ve koruyucularıdır. Başkomutandan başlayarak tüm askerlerin görevi Türkiye Cumhuriyeti anayasasını, egemenliğini ve topraklarını dahili ve harici “bedhahlara” (ij ve dıj güjler) karşı korumaktır. Zira emperyalistleri ülkeden kovan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ülkeyi onlara emanet etmiştir. Bu uğurda yemin eden askerler değil eleştirilmek, sadece alkışlanır. Bu yeminden sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğine kast etmiş kişiler, emperyalistler ve onların hizmetkarları korkabilir ve korkmalıdırlar.
Geçtiğimiz günlerde yurdun çeşitli bölgelerinde özellikle sert rüzgarların eseceği önceden belli olan yörelerde orman yangınları çıktı. Elbette tesadüfen de o bölgelerde orman özelliğini yitiren alanlar çok kısa bir süre sonra ilan edildi. Hakikaten öylesi güzel manzaralı yerlerin orman adı altında beş para etmez şekilde kalması gırtlağına kadar borca batmış ülkelerde fazla lüks kabul edilebilirdi. Zamanında söylediğimiz gibi en kısa zamanda oralar da imara açılarak doları bol entarili dostlarımıza satışları yapılır, belki de çoktan satılmıştır, ve lüks binaları oralarda da görürüz. Haydi Narin olayına ucundan değinelim. Herkes neyin ne olduğunu, nasıl olduğunu biliyor ama sesini çıkartmıyor, ya da çıkartamıyor.
Ben de yazamıyorum, çok fazla konu var, beynimi meşgul ediyor, paylaşamıyorum.
Mesela hep merak ediyorum, aslında bu şekilde söylemek daha doğru, nedenini biliyorum tabi. Anayasa Mahkemesi neden pasifize ediliyor? Can Atalay olayı sadece bir sembol. Can Atalay davası ile Anayasa Mahkemesi yok sayılırsa Yüce Divan kavramı ne olacak? Yumuşak muhalefet bunları görmüyor mu? Kim bilir belki de onların görevi bunları görmezden gelmektir. Anayasa fiilen değişiyor kağıt üzerinde değişmese de, çaktırarak…
Davalar açılmasına rağmen “hak,hukuk, adalet” edebiyatı yapan CHP’li İzmir, İstanbul ve Antalya belediyeleri öğrenciler arasında ayrımcılık yapmaktan vaz geçmiyorlar. Başkalarını hukuksuzlukla suçlarken bu nasıl bir çelişkidir? “Zaten sürekli yalanlarla idare edilip duruyoruz, bunlar da olmazsa kime güveneceğim?” diye soruyor insan kendi kendine. Boğulacağını hissediyor kendi haklarına tecavüz edenlerin karşısında, çaresiz. Etrafında herkesi kendi zeka düzeyinde zannedip onları kandırmaya çalışan zavallıları gördükçe susuyor, savunmasız, eli kolu bağlı…
Ben de bizim Büdü Kirpik gibi olmak istiyorum. Onun seyrettiği kanalları izleyip kendimi tahıl ambarında zannetmek, beynimi tatile çıkarıp beni nereye çekerlerse oraya gitmek, bana ne söylerlerse alkışlamak ve mümkünse hiç düşünmemek, sadece ve sadece doğada yeşermek.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Yüce Uyanık
Doğada yeşermek
Son genel seçimlerden sonra ekonomimize kayyum atanması ile dış ticaret açığının azalacağını da söylemiştik. Nitekim faizlerin artırılıp sıkı para politikası ile piyasadan paranın çekilmesi ile genel talep düşecek, özellikle tüketim ürünlerinde ithalat azalacaktı. İç piyasada umduğunu bulamayan üreticiler de ne olursa olsun, faaliyetlerini sürdürebilmek için bir süre ihracata yöneleceklerdi. Nitekim öyle de oldu, ama yine de dış ticaret açığımız bu geçici tedbirler nedeniyle sadece az bir miktar düştü. Yine de yıllık 80-90 milyar dolar civarlarında dolaşmakta. Şimdi ise ilgililer dış ticaret açığının ne kadar düşmekte olduğundan söz ediyorlar. Hatta çok komik beyanlar da var. Mesela cari fazlamız bile oluşmuş altın ve enerji giderlerimiz göz önüne alınmazsa. Yani bir emeklinin “kira ve gıda giderlerini saymazsan maaşım epey artıyor” demesi gibi...
Aslında açık ne kadar azalsa da bunun anlamı hala her gün ortalama 250-300 milyon dolar kadar fakirleşiyor olduğumuz. Bunu az gelirli kesim çok net hissederken, çok yüksek gelirli %5 hiç hissetmiyor. On milyonlarca dolarlık lüks motoryatlar yurtdışından getiriliyor ve astronomik kiralarla marinalarda bulabildikleri yerleri alıyorlar. Kimileri hala Marmaris’te, orada burada marinalarda yer boşalmasını bekliyorlar. Marinalar da emekli yelkenli tekne sahiplerinin uygun yerlerine tekmeyi vurup yerlerine bu motoryatları alıyorlar.
Bizler zavallı Narinler, “katli vacip” fermanı çıkmış dört ayaklı dostlar, salıverilen dolandırıcılar, harp okulu mezunu teğmenler falan ile meşgul edilirken daha kim bilir neler kaybediyoruz neler…
Bu konuların sadece birisinden bahsetmek istedim, zaten herkes hepsinden sürekli bahsetmekte.
Polisin, jandarmanın silahı varsa, askerin de silahı ve kılıcı üniformasının bir parçasıdır. Onlar Türkiye Cumhuriyeti’nin, dolayısıyla cumhuriyetin kurucu değerlerinin askeri ve koruyucularıdır. Başkomutandan başlayarak tüm askerlerin görevi Türkiye Cumhuriyeti anayasasını, egemenliğini ve topraklarını dahili ve harici “bedhahlara” (ij ve dıj güjler) karşı korumaktır. Zira emperyalistleri ülkeden kovan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ülkeyi onlara emanet etmiştir. Bu uğurda yemin eden askerler değil eleştirilmek, sadece alkışlanır. Bu yeminden sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğine kast etmiş kişiler, emperyalistler ve onların hizmetkarları korkabilir ve korkmalıdırlar.
Geçtiğimiz günlerde yurdun çeşitli bölgelerinde özellikle sert rüzgarların eseceği önceden belli olan yörelerde orman yangınları çıktı. Elbette tesadüfen de o bölgelerde orman özelliğini yitiren alanlar çok kısa bir süre sonra ilan edildi. Hakikaten öylesi güzel manzaralı yerlerin orman adı altında beş para etmez şekilde kalması gırtlağına kadar borca batmış ülkelerde fazla lüks kabul edilebilirdi. Zamanında söylediğimiz gibi en kısa zamanda oralar da imara açılarak doları bol entarili dostlarımıza satışları yapılır, belki de çoktan satılmıştır, ve lüks binaları oralarda da görürüz. Haydi Narin olayına ucundan değinelim. Herkes neyin ne olduğunu, nasıl olduğunu biliyor ama sesini çıkartmıyor, ya da çıkartamıyor.
Ben de yazamıyorum, çok fazla konu var, beynimi meşgul ediyor, paylaşamıyorum.
Mesela hep merak ediyorum, aslında bu şekilde söylemek daha doğru, nedenini biliyorum tabi. Anayasa Mahkemesi neden pasifize ediliyor? Can Atalay olayı sadece bir sembol. Can Atalay davası ile Anayasa Mahkemesi yok sayılırsa Yüce Divan kavramı ne olacak? Yumuşak muhalefet bunları görmüyor mu? Kim bilir belki de onların görevi bunları görmezden gelmektir. Anayasa fiilen değişiyor kağıt üzerinde değişmese de, çaktırarak…
Davalar açılmasına rağmen “hak,hukuk, adalet” edebiyatı yapan CHP’li İzmir, İstanbul ve Antalya belediyeleri öğrenciler arasında ayrımcılık yapmaktan vaz geçmiyorlar. Başkalarını hukuksuzlukla suçlarken bu nasıl bir çelişkidir? “Zaten sürekli yalanlarla idare edilip duruyoruz, bunlar da olmazsa kime güveneceğim?” diye soruyor insan kendi kendine. Boğulacağını hissediyor kendi haklarına tecavüz edenlerin karşısında, çaresiz. Etrafında herkesi kendi zeka düzeyinde zannedip onları kandırmaya çalışan zavallıları gördükçe susuyor, savunmasız, eli kolu bağlı…
Ben de bizim Büdü Kirpik gibi olmak istiyorum. Onun seyrettiği kanalları izleyip kendimi tahıl ambarında zannetmek, beynimi tatile çıkarıp beni nereye çekerlerse oraya gitmek, bana ne söylerlerse alkışlamak ve mümkünse hiç düşünmemek, sadece ve sadece doğada yeşermek.