Bu ay cumhuriyetimizin 100. yılını kutluyoruz. Yeri doldurulmaz büyük lider Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve bu vatanın düşman işgalinden kurtarılmasında ve bu devletin kurulmasında emeğiyle, düşüncesiyle, kanıyla, canıyla katkısı olan tüm atalarımızı anarak cumhuriyetimiz için nice yüz yıllar diliyorum.
Pek çoğumuz, pek çok kez özellikle iş ilanlarında görmüşüzdür. “Analitik düşünceye sahip…” Şimdi hala var mı aynı talep bilemiyorum. Varsa çok para vermeleri lazım bu kişilere çünkü onlardan o kadar az kaldı ki…
Eskiden matematik soruları örneğin şu şekilde olurdu: “a+b’nin karesinin a’nın karesi + b’nin karesi + iki kere a ve b çarpımı olduğunu ispatlayınız.” Çok uzunca bir süredir sorular şöyle oluyor “a + b’ nin karesi aşağıdakilerden hangisidir?” Dört veya beş de cevap şıkkı veriliyor. Öğreten de, tabi biraz daha karmaşık sorularda çözümü şöyle gösteriyor: “a’ya sıfır b’ye bir ver. Cevaplardan git. Aynı rakamı bulduğun cevabı “yapıştır”, birden fazla aynı yanıt varsa bu kez a’ya 1 b’ye 2 ver.” Böylece matematikten başarılı olmuş oluyor bunu yapan genç. Bu nedenledir ki senelerce gözlemlediğim gibi mühendis adayı gençler içerisinden dört işlem dışında matematik ile ilgisi olan, yani matematikten biraz anlayan mühendisler yüzde 50’yi geçmiyor. Ezber yaygınlaşınca ezberletilen şey, her ne ise, büyük kitleler tarafından benimsenir oluyor. Kimse soru sormuyor, irdelemiyor, itaat ediyor, herkes rahat ediyor.
Analitik kelimesi analizden geliyor. Analiz ayrıştırmak demek özünde. Yani sorunu düşüncede ayrıştırmak. Bize zaman içinde unutturulan iki temel soru var; “neden” ve “nasıl”? Hatta bir devlet büyüğümüzün dediği gibi “nasılları araştırırsak kafayı sıyırabiliriz.” Halbuki analitik düşünenler en çok bu soruları sorar. Düşünün, siz ne kadar soruyorsunuz? Hatta atasözü bile var: “Üzümünü ye bağını sorma!” Analitik düşünmek biraz yorucu bir şey ama bir kere düşündükten sonra konuların birbirleriyle bağını görüyor ve sonraki olaylarda hiç düşünmüyorsunuz bile. Yani çok ekonomik. Örneğin ben bir kez düşündüm seçimler öncesinde, hatta sizlerle de sürekli paylaştım düşüncelerimi satır aralarında. Doğrudan yazabilmek ne mümkün? Pek çok tahminim de doğru çıktı ve çıkıyor. İlan edilmese de, mücbir sebep diye geçiştirilse de, benim için her olayın artık bir açıklaması var.
Konuya gireceğim tabi ama bir küçük bilgi daha. Dünyada olup bitenler, yani büyük resim, tıpkı bir yapboz gibi. Birbirine ilk bakışta hiç benzemeyen küçük parçalardan, bağımsız olaylardan oluşuyor. Sadece bu olaylara odaklanırsanız, ki kesinlikle böyle yapmaya yönlendiriliyorsunuz, aralardaki bağlantıyı da göremiyorsunuz. Haberlere bakın mesela. Hep ne olduğundan ve bu konudaki yorumlardan bahsedilir. Kimse bunların neden olduğundan, hatta pek çok durumda nasıl olduğundan bahsetmez bile. Bir yerlerde bahsedilse de çok uzun yazıldığı için artık biz okumayız. Halbuki analitik düşünce sahipleri her bir detayı diğerleri ile ilişkilendirerek bir yoruma varırlar. Onlar düşünmeyenlerden daha farklıdırlar. Her konuda görüşleri olur. Onları genelde televizyon yorumcusu olarak görürüz. En az birini de köşe yazarı olarak takip ediyorsunuz. Yabancı ülkelerde iseler ve strateji kuruyorlarsa da kimilerimiz onları “Dıj Güjler” olarak adlandırmakta.
Millet ittifakının “mücbir sebepler ile” seçimi kazanamayacağını ima etmiştim. Kazanmayı ne kadar istediğinden de emin değilim. Seçimden hemen sonra da emekliler ve çalışanların artık hiçbir şansının kalmadığını, sadece belli bir partiye yakın kişilerin yan gelirlerle bir süre daha idare edebileceklerini ama bu gidişle onlara da sıranın geleceğini ve mevcut hükümete destek iyice azaldıktan sonra, belki iki üç sene sonra, artık parti üyesi olanların dahi oy vermekten vaz geçeceğini ve bir partinin yok oluşunu izleyeceğimizi düşünmüş ve biraz da yazmıştım. Sadece ima edebiliyoruz zaten.
Bunun için müneccim olmaya gerek yok, gelin beraber bakalım. Türkiye son 20 yılda toplam 1.300 milyar dolar dış ticaret açığı yarattı. Karşılaştırma yapılabilmesi için 1923 ile 2002 yılları arasındaki 80 yıllık toplam dış ticaret açığının bunun dörtte birinden daha az yani 300 milyar dolar olduğunu belirtelim (Cumhuriyet tarihi toplam açığı 1.600 milyar dolar). Pozitif hizmet gelirleri az olunca bu rakamlar tamamen zarar hanesine yazıldı.
Gelirleriniz giderlerinizden çok çok az olursa ne yaparsınız? Borç alırsınız. Hakikaten dış dünyaya çok borçlandık. Elinizdeki malları satarsınız. Neredeyse satılmadık bankamız, fabrikamız kalmadı, şimdi ormanlarımız ve sahillerimiz hayırlısıyla… Özelleştirme dedik sevindik. Biz zaten hep sevindik de neden refahımız sürekli düşüyor? Düşen refahtan bahsederken en çok kayırılan ve milli gelirin yüzde 95’ini alan 4 milyon ve onlardan biraz daha az kayırılan 8 milyon üyeden söz etmiyorum.
Neden sürekli zarar edersiniz? Gelirlerinizi kafanıza göre plansız programsız yerseniz, verimsiz yatırımlar yaparsanız. Bunu sadece muhalifleriniz görecek değil. Size borç verenler de görüyor. Senelerce kredi verdim. Düşünün, birine borç para veriyorsunuz ve o bu parayı çarçur ediyor. Ne yaparsınız? Müdahale eder ve paranızı kurtarmaya çalışırsınız. Hemen ödenemeyecek gibi ise kontrol altına alırsınız. Mesela IMF ülkelere böyle yapar. Hatırlayın neden IMF’yi istemiyoruz? Bize çeşitli aksiyon planları, sevmediğimiz acı reçeteler dayattığı için. Çünkü onların da paralarını yemiştik. Neyse daha sonra Kemal Derviş geldi de paraları tahsil etti. Böylece IMF’ye borcumuz kalmadığı için sevindik bu sefer. Yeni de bir yönetimimiz oldu.
Tarih tekerrürden ibaret olabilir mi? Ayrıca, onlara hiç borcumuz olmadığı halde neden IMF’nin Türkiye ile ilgili raporları, görüşleri yayınlanır oldu?
İşte analitik düşünce böyle bir şey. İşimize gelmese de düşünüyoruz. Borç ödemesi gereken bir ülke halkının eline para verebilir mi? Aksine o paraları çekmeli ki borcu ödenebilsin. Devlete borcu olanların peşine düşmeli ki vergi tahsilatları artsın. İlave dolaylı dolaysız vergiler koymalı ki, TL tahsilat artsın ve olması gereken yere geldikten sonra yerinde tutulan nispeten düşük kurlardan dövize dönülerek Merkez Bankasının kasası doldurulsun ve borçlar biraz da olsa ödenebilsin. Bunları da kontrol etmek için ülkelerine hizmet sözü vermiş kişiler seçilsin. Kimse de kimseye kızmasın. Kim güçlü ise onun sözü geçer bu dünyada. Birileri yer, birileri de hesabı öder. Bizde de her kötülüğü “dıj güjler” yapıyor, bu güce dayanamayıp mücbir sebeplerle daha önce verdiği sözleri tutamayan yöneticilerimiz ne yapsın? Belki semeriyle alınan merkebin sadece semerini geri verir gibi çalışan emeklilere de bir 5.000 verirler. Ve yine seviniriz. Bütün bunların doğal sonucu olarak da talep kalmayınca enflasyon biraz azalacak. Aslında stagflasyon olurken biz yine sevineceğiz. Üretebilecek bir şeyler bırakılsa iyi olacaktı. Hakikaten neredeyse her şeyi ile dışa bağımlılık kötü bir şey. Şu “Lozan’ın gizli maddeleri” geçersizleşse de petrolümüzü, gazımızı özgürce çıkarabilsek… Arkadaşım Büdü Kirpik’in kulakları çınlasın.
Düşünce sistemimizi değiştirmeden hala müjde bekleyenler için modifiye bir küçük fıkra: Johnny, Herkel ve Temel yine bir trende beraber giderken gök gürültüsü ve şimşeklerle bir ak sakallı dede belirmiş. “Bana birer soru sorabilirsiniz?” demiş. Önce Johnny sormuş: “Ülkem bütün dünyaya ne zaman hükmedecek?”. Ak sakallı düşünmeden cevap vermiş: “50 sene sonra.” “Ah ben göremeyeceğim” demiş John. Herkel sormuş: “Benim ülkem bütün dünyaya ne zaman hükmedecek?”. Ak sakallı çenesini kaşımış ve birkaç saniye sonra cevap vermiş, “150 yıl sonra”. “Ah, ah ben göremeyeceğim demiş” Herkel. Temel, “Ben o kadar zor bir soru sormayacağım. Dünyaya hükmetmek gibi bir beklentim yok. Bizim ekonomi, bu düşünce yapımız ve almakta olduğumuz tedbirlerle ne zaman düzelecek? Ne zaman topyekûn insan gibi yaşayabilecek gelire, refaha sahip olacağız?” diye sormuş. Ak sakallı, çenesini kaşımış, saçını kaşımış, kaşınabilecek her yerini kaşımış ve başlamış ağlamaya… “Ah! Ben göremeyeceğim, ben göremeyeceğim”.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Yüce Uyanık
Analitik düşünce
Pek çoğumuz, pek çok kez özellikle iş ilanlarında görmüşüzdür. “Analitik düşünceye sahip…” Şimdi hala var mı aynı talep bilemiyorum. Varsa çok para vermeleri lazım bu kişilere çünkü onlardan o kadar az kaldı ki…
Eskiden matematik soruları örneğin şu şekilde olurdu: “a+b’nin karesinin a’nın karesi + b’nin karesi + iki kere a ve b çarpımı olduğunu ispatlayınız.” Çok uzunca bir süredir sorular şöyle oluyor “a + b’ nin karesi aşağıdakilerden hangisidir?” Dört veya beş de cevap şıkkı veriliyor. Öğreten de, tabi biraz daha karmaşık sorularda çözümü şöyle gösteriyor: “a’ya sıfır b’ye bir ver. Cevaplardan git. Aynı rakamı bulduğun cevabı “yapıştır”, birden fazla aynı yanıt varsa bu kez a’ya 1 b’ye 2 ver.” Böylece matematikten başarılı olmuş oluyor bunu yapan genç. Bu nedenledir ki senelerce gözlemlediğim gibi mühendis adayı gençler içerisinden dört işlem dışında matematik ile ilgisi olan, yani matematikten biraz anlayan mühendisler yüzde 50’yi geçmiyor. Ezber yaygınlaşınca ezberletilen şey, her ne ise, büyük kitleler tarafından benimsenir oluyor. Kimse soru sormuyor, irdelemiyor, itaat ediyor, herkes rahat ediyor.
Analitik kelimesi analizden geliyor. Analiz ayrıştırmak demek özünde. Yani sorunu düşüncede ayrıştırmak. Bize zaman içinde unutturulan iki temel soru var; “neden” ve “nasıl”? Hatta bir devlet büyüğümüzün dediği gibi “nasılları araştırırsak kafayı sıyırabiliriz.” Halbuki analitik düşünenler en çok bu soruları sorar. Düşünün, siz ne kadar soruyorsunuz? Hatta atasözü bile var: “Üzümünü ye bağını sorma!” Analitik düşünmek biraz yorucu bir şey ama bir kere düşündükten sonra konuların birbirleriyle bağını görüyor ve sonraki olaylarda hiç düşünmüyorsunuz bile. Yani çok ekonomik. Örneğin ben bir kez düşündüm seçimler öncesinde, hatta sizlerle de sürekli paylaştım düşüncelerimi satır aralarında. Doğrudan yazabilmek ne mümkün? Pek çok tahminim de doğru çıktı ve çıkıyor. İlan edilmese de, mücbir sebep diye geçiştirilse de, benim için her olayın artık bir açıklaması var.
Konuya gireceğim tabi ama bir küçük bilgi daha. Dünyada olup bitenler, yani büyük resim, tıpkı bir yapboz gibi. Birbirine ilk bakışta hiç benzemeyen küçük parçalardan, bağımsız olaylardan oluşuyor. Sadece bu olaylara odaklanırsanız, ki kesinlikle böyle yapmaya yönlendiriliyorsunuz, aralardaki bağlantıyı da göremiyorsunuz. Haberlere bakın mesela. Hep ne olduğundan ve bu konudaki yorumlardan bahsedilir. Kimse bunların neden olduğundan, hatta pek çok durumda nasıl olduğundan bahsetmez bile. Bir yerlerde bahsedilse de çok uzun yazıldığı için artık biz okumayız. Halbuki analitik düşünce sahipleri her bir detayı diğerleri ile ilişkilendirerek bir yoruma varırlar. Onlar düşünmeyenlerden daha farklıdırlar. Her konuda görüşleri olur. Onları genelde televizyon yorumcusu olarak görürüz. En az birini de köşe yazarı olarak takip ediyorsunuz. Yabancı ülkelerde iseler ve strateji kuruyorlarsa da kimilerimiz onları “Dıj Güjler” olarak adlandırmakta.
Millet ittifakının “mücbir sebepler ile” seçimi kazanamayacağını ima etmiştim. Kazanmayı ne kadar istediğinden de emin değilim. Seçimden hemen sonra da emekliler ve çalışanların artık hiçbir şansının kalmadığını, sadece belli bir partiye yakın kişilerin yan gelirlerle bir süre daha idare edebileceklerini ama bu gidişle onlara da sıranın geleceğini ve mevcut hükümete destek iyice azaldıktan sonra, belki iki üç sene sonra, artık parti üyesi olanların dahi oy vermekten vaz geçeceğini ve bir partinin yok oluşunu izleyeceğimizi düşünmüş ve biraz da yazmıştım. Sadece ima edebiliyoruz zaten.
Bunun için müneccim olmaya gerek yok, gelin beraber bakalım. Türkiye son 20 yılda toplam 1.300 milyar dolar dış ticaret açığı yarattı. Karşılaştırma yapılabilmesi için 1923 ile 2002 yılları arasındaki 80 yıllık toplam dış ticaret açığının bunun dörtte birinden daha az yani 300 milyar dolar olduğunu belirtelim (Cumhuriyet tarihi toplam açığı 1.600 milyar dolar). Pozitif hizmet gelirleri az olunca bu rakamlar tamamen zarar hanesine yazıldı.
Gelirleriniz giderlerinizden çok çok az olursa ne yaparsınız? Borç alırsınız. Hakikaten dış dünyaya çok borçlandık. Elinizdeki malları satarsınız. Neredeyse satılmadık bankamız, fabrikamız kalmadı, şimdi ormanlarımız ve sahillerimiz hayırlısıyla… Özelleştirme dedik sevindik. Biz zaten hep sevindik de neden refahımız sürekli düşüyor? Düşen refahtan bahsederken en çok kayırılan ve milli gelirin yüzde 95’ini alan 4 milyon ve onlardan biraz daha az kayırılan 8 milyon üyeden söz etmiyorum.
Neden sürekli zarar edersiniz? Gelirlerinizi kafanıza göre plansız programsız yerseniz, verimsiz yatırımlar yaparsanız. Bunu sadece muhalifleriniz görecek değil. Size borç verenler de görüyor. Senelerce kredi verdim. Düşünün, birine borç para veriyorsunuz ve o bu parayı çarçur ediyor. Ne yaparsınız? Müdahale eder ve paranızı kurtarmaya çalışırsınız. Hemen ödenemeyecek gibi ise kontrol altına alırsınız. Mesela IMF ülkelere böyle yapar. Hatırlayın neden IMF’yi istemiyoruz? Bize çeşitli aksiyon planları, sevmediğimiz acı reçeteler dayattığı için. Çünkü onların da paralarını yemiştik. Neyse daha sonra Kemal Derviş geldi de paraları tahsil etti. Böylece IMF’ye borcumuz kalmadığı için sevindik bu sefer. Yeni de bir yönetimimiz oldu.
Tarih tekerrürden ibaret olabilir mi? Ayrıca, onlara hiç borcumuz olmadığı halde neden IMF’nin Türkiye ile ilgili raporları, görüşleri yayınlanır oldu?
İşte analitik düşünce böyle bir şey. İşimize gelmese de düşünüyoruz. Borç ödemesi gereken bir ülke halkının eline para verebilir mi? Aksine o paraları çekmeli ki borcu ödenebilsin. Devlete borcu olanların peşine düşmeli ki vergi tahsilatları artsın. İlave dolaylı dolaysız vergiler koymalı ki, TL tahsilat artsın ve olması gereken yere geldikten sonra yerinde tutulan nispeten düşük kurlardan dövize dönülerek Merkez Bankasının kasası doldurulsun ve borçlar biraz da olsa ödenebilsin. Bunları da kontrol etmek için ülkelerine hizmet sözü vermiş kişiler seçilsin. Kimse de kimseye kızmasın. Kim güçlü ise onun sözü geçer bu dünyada. Birileri yer, birileri de hesabı öder. Bizde de her kötülüğü “dıj güjler” yapıyor, bu güce dayanamayıp mücbir sebeplerle daha önce verdiği sözleri tutamayan yöneticilerimiz ne yapsın? Belki semeriyle alınan merkebin sadece semerini geri verir gibi çalışan emeklilere de bir 5.000 verirler. Ve yine seviniriz. Bütün bunların doğal sonucu olarak da talep kalmayınca enflasyon biraz azalacak. Aslında stagflasyon olurken biz yine sevineceğiz. Üretebilecek bir şeyler bırakılsa iyi olacaktı. Hakikaten neredeyse her şeyi ile dışa bağımlılık kötü bir şey. Şu “Lozan’ın gizli maddeleri” geçersizleşse de petrolümüzü, gazımızı özgürce çıkarabilsek… Arkadaşım Büdü Kirpik’in kulakları çınlasın.
Düşünce sistemimizi değiştirmeden hala müjde bekleyenler için modifiye bir küçük fıkra: Johnny, Herkel ve Temel yine bir trende beraber giderken gök gürültüsü ve şimşeklerle bir ak sakallı dede belirmiş. “Bana birer soru sorabilirsiniz?” demiş. Önce Johnny sormuş: “Ülkem bütün dünyaya ne zaman hükmedecek?”. Ak sakallı düşünmeden cevap vermiş: “50 sene sonra.” “Ah ben göremeyeceğim” demiş John. Herkel sormuş: “Benim ülkem bütün dünyaya ne zaman hükmedecek?”. Ak sakallı çenesini kaşımış ve birkaç saniye sonra cevap vermiş, “150 yıl sonra”. “Ah, ah ben göremeyeceğim demiş” Herkel. Temel, “Ben o kadar zor bir soru sormayacağım. Dünyaya hükmetmek gibi bir beklentim yok. Bizim ekonomi, bu düşünce yapımız ve almakta olduğumuz tedbirlerle ne zaman düzelecek? Ne zaman topyekûn insan gibi yaşayabilecek gelire, refaha sahip olacağız?” diye sormuş. Ak sakallı, çenesini kaşımış, saçını kaşımış, kaşınabilecek her yerini kaşımış ve başlamış ağlamaya… “Ah! Ben göremeyeceğim, ben göremeyeceğim”.