SON DAKİKA
Hava Durumu

Türk dış politikası niçin değişiyor?

Yazının Giriş Tarihi: 14.02.2022 16:23
Yazının Güncellenme Tarihi: 14.02.2022 16:23

Sonda söylememiz gerekeni başta söylememiz gerekirse, Çin’in Rusya’yla beraber yürüttüğü politikanın Pakistan ve İran’ı da sürece dahil ederek Türkiye’yi kuşatmış olmasına cevaben Atlantik’in iki yakasının (ABD ve AB), BAE ve diğer körfez ülkelerini Türkiye ile normalleşmeye zorladığını söyleyebiliriz.

 

Başka bir ifadeyle İsrail, Körfez ve Türkiye’nin Çin’in Doğu Akdeniz’e inmesini engellemek için aynı hatta hizalanmaya çalışıldığı bir Atlantik ittifakından söz etmek mümkün görünmektedir. Nitekim ABD’nin EastMed Projesinden desteğini çekmesi bu anlayışın bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Zira bu durum Doğu Akdeniz doğalgaz yataklarını Avrupa’ya akıtmak isteyen İsrail’i, uzun vadede Mısır’ı da dahil ederek Türkiye’yle normalleşmeye icbar etmektedir. Bunun yanı sıra Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığını kırmak için Hazar petrollerine yönlendirilmesi ve Türkmenistan’ın da sürece dahil edilerek Türkmenistan-Azerbaycan-Türkiye üzerinden Avrupa’ya enerji naklini gerçekleştirilmesi projeleri, ABD’nin paradigmasına göre, Rusya ve Çin’in şimdiye kadar ele aldığımız normalleşme çabalarını baltalamak için fazla beklemeyeceği ihtimalini ortaya çıkarıyor. 

Nitekim Ukrayna krizinde ve Balkanlarda ortaya çıkabilecek kaosta Türkiye’nin Avrupa ile birlikte hareket edeceği, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Arnavutluk’ta İsrail ve NATO’ya vurgu yapmasından anlaşılıyor. Özellikle Ukrayna’da gittikçe artan tansiyon, Atlantik’in iki yakası ve Rusya arasındaki ilişkilerin geleceğini belirleyecek büyük bir pazarlığı da beraberinde getiriyor. Bu pazarlığın tarihsel arka planında 1972’de tatbik imkanı bulan, Çin açılımıyla Pekin’i Moskova’dan uzaklaştıran ve böylelikle  SSCB’ye galebe çalan “Kissinger diplomasisi” yatmaktadır. Bugün de benzer bir biçimde ABD, Rusya’yı kendi çizgisine getirerek Çin’e karşı ortak bir mücadele alanı yaratmak için Ukrayna krizini tırmandırmayı tercih etmektedir. Ne var ki Moskova, ABD’nin Çin’i durdurmaya gücünün yetmeyeceğini düşünmekte ve Almanya, Fransa ve İtalya gibi AB üye ülkeleri bile ABD ile birlikte hareket etmek istememektedir. ABD Ukrayna krizini Avrupa’yı NATO çizgisine çekmek ve Avrupa ile Rusya’nın ilişkilerini bozmak için kullanırken, Rusya ise kendi lebensraumu (yaşam alanı) olarak ilan ettiği Hazar’dan Baltık’a kadar olan bölgeye Atlantik güçlerini sokmamak için bir manivela olarak görmektedir.  Rusya’nın Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü üzerinden Kazakistan’a müdahalesini de bu meyanda değerlendirmek gerekir. 

Tüm bu gelişmeler bağlamında bölge ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmek için diplomatik hamleler gerçekleştiren Türkiye, son zamanda Atlantik’in iki yakasıyla da bir yumuşama içine girmiş görünmektedir. Avrupa ülkelerinden daha fazla yatırım çekmeyi, ticareti geliştirmeyi, AB ile Gümrük Birliği’ni güncelleştirmeyi ve 2016 Mülteci Mutabakatını yenilemeyi amaçlayan Türkiye, 2021 yılı başında Almanya’nın devreye girmesiyle Doğu Akdeniz’de gerilimi azaltma ve AB ile diyaloğu en üst düzeye taşıma siyasetini benimsedi. Ne var ki 2020 Kasım ayında ABD başkanlık koltuğuna oturan Joe Biden, Türkiye karşısında ortak bir AB-ABD tutumu geliştirmeyi başardı. Özellikle Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin Yunanistan ve Fransa ile yaşadığı gerilim, Türkiye’nin ilan ettiği deniz yetki alanlarının Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın hak iddia ettikleri alanlarla çakışması ve KKTC’nin statüsü konusundaki ihtilaf, ilişkileri kilitleyen unsurlar olarak ön plan çıkmaktadır. Aslında ihtilafı çözümsüz kılan sebep, Güney Kıbrıs’ın uluslararası hukuka mugayir bir biçimde 2004 yılında tüm adayı temsilen AB’ye üye yapılması, AB’nin Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın rehini haline gelmesi ve AB Dış İlişkiler Temsilcisi Josep Borrel’in ifade ettiği “ilerlemeye açık, orantılı ve geri çevrilebilir” bir ilişki modalitesinin benimsenmesidir. Halbuki yakın zaman önce “Türkiye ile Rusya ilişkilerinde doğru dengeyi bulamadığı takdirde AB’nin kıtada istikrara ulaşamayacağını” ifade eden, “stratejik özerklik” arayışına giren ve bu amaçla “AB için Stratejik Pusula” belgesini hazırlayan da Josep Borrel’dir. Buna ilaveten AB, Türkiye’yi ilişkilerin ortak zemini olan insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi değerler üzerinden eleştirmekte ve ABD Dış İşleri Bakanı Anthony Blinken “Türkiye’nin yüzünün Batı’ya dönük bir şekilde tutulması” ihtiyacını vurgulamakta ve Ukrayna üzerinden Rusya ile gerilimin yükseldiği bir dönemde ABD’nin NATO müttefiki Türkiye’yi yanında görmek istemesinin doğal olduğunu belirtmektedir.

Tüm bu karşılıklı pozisyon alış ve tutum geliştirme hamleleri sürerken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB üye ülkelerinin büyükelçilerini bir araya getirdiği 14 Ocak 2022 tarihli toplantıda “Türkiye’nin geleceğini Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ettiğini” belirtmesi, “Avrupa’nın sorunlarını çözebilecek anahtar ülkenin Türkiye olduğunu” vurgulaması, “AB’nin stratejik miyopluktan kurtularak Türkiye’ye karşı daha cesur davranmasını” istemesi  ve en nihayetinde “maruz kaldığımız onca adaletsizliğe rağmen AB bizim stratejik önceliğimiz olmayı sürdürüyor” ifadelerini kullanması AB ile Türkiye arasında yeni bir açılım, yumuşama ve normalleşme sürecinin başlayıp başlamadığı konusunda yeni bir tartışmanın işaret fişeğini tetiklemiştir. “Körü körüne Rum tarafının sözcülüğünü yaparak ve birlik içi dayanışma bahanesiyle Türkiye-AB ilişkilerinin sabote edildiği” belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Türkiye ile yakın çalışmadığı sürece AB’nin bölgesel ve küresel sorunlara hiçbir çözüm üretemeyeceğini” vurgulaması, Türkiye’nin AB’ye karşı elinde tuttuğu kartların ne denli güçlü olduğunun altını çizmektedir. Buna ilaveten Türkiye’nin 2021 yılında gerçekleştirdiği 225 milyar dolarlık ihracatın 93 milyarlık kısmının AB pazarıyla, 15 milyarlık yekununun da İngiltere ile yapıldığı ve bu miktarın toplam ihracatın yüzde 48’ine tekabül ettiği dikkate alındığında AB’nin hala Türkiye’nin en önemli dış ticaret ortağı olmaya devam ettiğini göstermektedir.

Sonuç itibarıyla, Türk dış politikasının bölge ülkeleri ve AB ile ilişkileri normalleştirme yönelimine girmesinin birtakım önemli gerekçelere dayandığını görmekteyiz. Öncelikle sert politikayla elde edilen kazanımların diplomatik bakımdan da tescillenmesi arayışının bir neticesi olarak ortaya çıkan normalleşme politikası, bölgenin jeopolitik bakımdan yeniden dizaynıyla da doğrudan alakalıdır. Özellikle Atlantik’in iki yakasının geliştirdiği paradigmaya göre, Rusya-Çin ve İran tarafından kuşatılan Türkiye’nin bu kıskaçtan kurtulması için Türkiye-İsrail-Körfez işbirliğine ihtiyacı vardır. Gene aynı perspektiften bakıldığında AB ile ilişkiler yeniden tanzim ve tertip edilerek Atlantik İttifakına bağlılık konsolide edilmelidir. Ne var ki yeni bir dünya düzeninin inşa edildiği günümüz sosyo-politik konjonktüründe  Türkiye başka ülkelerin perspektifine göre değil, kendi dinamiklerine ve çıkarlarına göre taktik ve stratejik adımlar geliştirmeli ve ilişkilerinin merkezine kendi menfaatini ve özgün yaklaşımını koyarak kategorik yaklaşımlardan kaçınmalıdır. Ancak bu sayede Türkiye, Ukrayna ve Rusya arasında arabulucu olabilir ve Atlantik’ten kopmadan Yeniden Asya politikasını dengeli bir biçimde sürdürebilir.

 

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.