SON DAKİKA
Hava Durumu

Rusya-Ukrayna savaşının Türkiye jeopolitiğine tesirleri

Yazının Giriş Tarihi: 15.04.2022 12:56
Yazının Güncellenme Tarihi: 15.04.2022 12:56

24 Şubat 2022 tarihinde Rusya’nın Donbass üzerinden saldırısıyla başlayan Ukrayna Savaşı, dünya jeopolitiğini önemli ölçüde değiştirecek ve yeni bir dünya düzeni oluşumunu tetikleyerek hızlandıracak güçlü bir potansiyeli bünyesinde barındırmaktadır.  Haddizatında bu saldırı, inşa edilmekte olan yeni dünya düzeninde oluşturulmak istenen ABD-Çin arasında iki kutuplu sisteme karşı bir Rus itirazı olarak da okunabilir. Bu bakımdan 24 Şubattan günümüze süren çatışmalar, yeni ittifaklar ve yeni kamplaşmalar üzerinden yeni bir jeopolitik okumayı gerekli kılmaktadır. Öncelikle bu savaş, ilk etapta Atlantik’in iki yakasını daha önce hiç olmadığı kadar yakınlaştırmış, anlamını/misyonunu kaybeden ve üyeleri arasında büyük ihtilaflar yaşayan NATO’yu yeniden diriltmiş ve ekonomik anlamda bir dev ama ortak savunma ve dış politika bakımdan bir cüce olarak tanımlanan Avrupa Birliği’ni askeri alanda ciddiye alınır bir noktaya taşımıştır. Bu bakımdan Putin bu hamlesiyle kimsenin başaramadığı bir jeopolitik gerçekliği yaratmış durumdadır.   

Söz konusu jeopolitik gerçekliğin Türkiye’ye nasıl yansıyacağı hususu oldukça önemlidir. Dünyanın tahıl ambarı olarak nitelenen Ukrayna ve Rusya’dan yapılan gıda ithalatı, Ukrayna ile İHA ve SİHA’lar üzerinden savunma sanayiinde geliştirdiğimiz stratejik ittifak, Rusya doğalgaz ve petrol bağımlılığından başlayarak nükleer santrallerin yapımına, S-400 alımından Türk Akımı doğalgaz boru hattı projesine ve Suriye, Libya ve Karabağ’da yürütülen zorlayıcı diplomasiye kadar bu iki ülkeyle ilişkiler bundan sonra nasıl seyredecektir? Buna ilaveten aynı sahilleri paylaştığımız Karadeniz’in güvenliği muhtemel bir harita değişikliğinden ne ölçüde etkilenecektir? Hepsinden önemlisi ABD güdümünde/himayesinde toplanan NATO, AB ve -Putin’in artık siyasi bir aktör olarak kalmayacağı muhtemel- Rusya’nın Çin’le girişeceği bir hegemonya savaşında Türkiye, bu yelpazenin neresinde yer alacaktır? 

Haddi zatında tüm bu soruların cevabı; Türkiye’nin genelde bu gelişmeleri nasıl yorumladığı, yeni dünya düzenini nasıl tahayyül ettiği ve özelde ise Rusya-Ukrayna savaşında taraflarla geliştirdiği tutumu belirleyecekti. Nitekim Türkiye başından beri net, dengeli, ilkeli, tarafsız ve her iki tarafla da görüşebilen diyaloğa açık bir ilişki tarzı benimsedi ki bu modalite, aktif tarafsızlık ya da etken arabuluculuk olarak adlandırılmaya başlandı. Ne var ki bu tutum, Ukrayna’nın bağımsız ve egemen bir ülke olarak istediği tasarrufta bulunma hakkının olduğunu ve Rusya’nın Kırım ilhakı ve Donbass işgalinin kabul edilemeyeceğini de içinde barındıran adil ve hakkani bir davranış modelini de kapsamaktaydı. Bu bağlamda bu ilkeli ve taraf olmayan tutum Türkiye’yi, her iki tarafla müzakere edebilen, her iki tarafın güvenini kazanmış ve diplomasiyi en iyi kullanarak insani ve kalıcı ateşkes ve nihai barışa zemin hazırlayabilecek en önemli NATO üyesi ülke konumuna yükseltti. Örneğin Fransa devlet başkanı Macron, taraflarla namütenahi bir mekik diplomasisi geliştirmesine rağmen hiçbir netice alamamışken, -uzun yıllar bir araya gelmemiş olan- her iki ülkenin dışişleri bakanı Lavrov ve Kuleba’yı Antalya Diplomasi Forumunda bir araya getirmeyi ancak Türkiye başarabilmişti.  Bu başarının arkasında Cumhurbaşkanımızın her iki tarafla yürüttüğü lider diplomasisinin, dışişleri bürokrasisinin yoğun gayretinin ve Cumhuriyetin kuruluşundan beri geleneksel anlamda izlediğimiz kurumsal ve barışçıl politik yörüngenin belirleyici bir tesiri mevcuttu.  

Nitekim bu rolün başarılı ve göz doldurucu neticeler vermeye başlaması, Türkiye’nin artan jeopolitik ve jeostratejik öneminin başta ABD olmak üzere müttefiklerimiz olan NATO ve AB nezdinde tekrar görünür hale gelmesine yol açtı. Öyle ki savaşın başlangıcından beri Türkiye’ye yokmuş gibi davranan Joe Biden, her iki bakanın Antalya’da görüşmesinin akabinde Erdoğan’la görüşmek zorunda kaldı. 4 Mart 2022 tarihi itibarıyla ülkemizi ziyaret eden ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Wendy Sherman, Türkiye’nin Ukrayna Savaşında inanılmaz bir NATO müttefiki haline dönüştüğünü, Zelenski ve Putin’le aynı anda görüşebiliyor olmasının Türkiye’ye büyük bir imtiyaz kattığını, Montrö’yü şeffaf bir politikayla uygulayan Türkiye’nin boğazları savaşın bir tarafı haline gelmekten kurtardığını ve gelişmeler ışığında artık S-400, F-16 ve F-35 problemlerini bir bir çözmenin vaktinin geldiğini belirtti. Savaşın başladığı andan itibaren Türkiye adeta diplomatik bir çekim merkezi haline dönüştü. Bu ziyaretlerin içinde en dikkat çekici olanı, İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’un Başkan Erdoğan’la görüşmesi oldu. Görüşmenin özü, savaşın durdurulması için her iki ülkenin arabulucu rolü hususundaki görev paylaşımı ve İsrail doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılması etrafında şekillendi. Yunanistan başbakanı Miçotakis’in gelişi, Herzog ziyaretinin mütemmim cüzü niteliğindeydi. Her iki görüşme ABD’nin desteğini çektiğini belirttiği EastMed Projesini ikame edecek bir alternatif olarak Leviathan gazının Türkiye-KKTC-Yunanistan üzerinden Avrupa’ya ulaştırılması üzerine odaklandı. Bu projeye desteğini gizlemeyen İngiltere, KKTC’nin bağımsızlığı konusunu uluslararası tartışmaya açarak yeni bir dönemi başlattı. Öte yandan ABD, İngiltere ve Türkiye’yi garantör olarak görmek istediklerini belirten Ukrayna devlet başkanı Zelenski, Türkiye ve İsrail’i en ideal arabulucular olarak deklare etti. Kuzey Akım-2 Projesinden vazgeçerek, 100 milyar Euro değerinde bir savunma bütçesi ihdas ederek ve NATO’ya finansal ve fiziksel desteğini artırmanın yanı sıra Ukrayna’ya silah göndererek dikkatleri üzerine çeken Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un Türkiye ziyareti de benzer amaçlar üzerinden kurgulanmıştı. Antalya Diplomasi Forumuna katılan NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ise Türkiye’nin Rusya-Ukrayna savaşında kilit rol oynadığını belirterek  SİHA’lar ve insani yardımlarla Ukrayna’ya destek veren Türkiye’nin arabuluculuk faaliyetleriyle NATO’nun kıymetli bir müttefiki olduğunu kanıtladığının altını çizdi. Öte yandan aynı platformda yer alan Ermenistan dışişleri bakanı Mirzoyan, Türkiye’yle diplomatik ilişkiler kurmaya ve sınırları açmaya hazır olduğunu belirtti. Buna ilaveten Belarus’ta yürütülen müzakerelere paralel olarak, dışişleri bakanı Çavuşoğlu’nun önce Zelenski ve sonra Lavrov’la Kiev ve Moskova’da icra ettiği görüşmelerin akabinde şekillendiği ifade edilen 15 maddelik anlaşma taslağı, Türkiye’nin başarı hanesine yazıldı. 

Tüm bu baş döndürücü diplomasi trafiği göstermektedir ki Türkiye, Atlantik İttifakı açısından vaz geçilmez bir müttefiktir, şimdiye kadar geliştirdiği ilişkiler ve tutarlı ve güvenilir dış politikası Türkiye’ye NATO ve ABD’nin başaramadığı bir Karadeniz barışını mümkün kılma potansiyeli sağlamaktadır ve EastMed Projesi başta olmak üzere içinde Türkiye’nin bulunmadığı hiçbir bölgesel projenin sonuç getirici bir inisiyatife dönüşme ihtimali bulunmamaktadır. Tam da bu nedenle Libya, Suriye ve Doğu Akdeniz’de karşımızda yer alan BAE, Yunanistan, İsrail ve Mısır gibi ülkeler, izledikleri Türkiye muhalifi politikaların maliyetlerini ödeyemediklerinden bir bir ilişkileri normalleştirme kuyruğuna girmek zorunda kalmışlardır.

Peki Rusya-Ukrayna savaşının neticesinde Türkiye’nin somut kazanımları neler olacaktır? Öncelikle iki hususun altını çizmek gerekmektedir. Birincisi bu kabil sivil ve masum insanların ölümünü ve milyonlarcasının göçmen konumuna düşmesini beraberinde getiren dramatik olayları salt jeopolitik sonuçlarıyla değerlendirmek insani boyutu ihmal etmekle eşdeğer bir tutumdur. Bu bakımdan çatışmasının geldiği son safhada Türkiye’nin behemehal insani ateşkes ve sivil tahliyesini mümkün kılacak güvenlik koridoru açılması hususlarına odaklanması takdire şayandır. Öte yandan –tüm bu trajik durumların bir an önce son bulmasını temenni ederek- Türkiye’nin somut kazanımlar elde edebilmesinin birincil önceliğinin savaşın en kısa sürede ateşkes ve barışla neticelenmesine bağlı olduğunu belirtmemiz icap etmektedir. Zira savaş uzadıkça Türkiye’nin tarafsız kalabilme ve her iki tarafla müzakereleri sürdürebilme yeteneği gittikçe azalacaktır. Hele hele korkulan olur, Putin stratejik hatalarını ve başarısız saldırganlığını gizlemek için daha fazla şiddete başvurur, Ukrayna şehirlerini Halep ya da Grozni’ye çevirir ya da meskun mahal çatışmalarını çılgınca yaygınlaştırırsa, Türkiye’nin Rusya’yla diyaloğunu sürdürme ihtimali hem ahlaki/vicdani değerler ve hem de içinde bulunduğu ittifakın gereklilikleri bakımından oldukça zorlaşacaktır. Buna ilaveten iki taraftan birinin mutlak ve ezici üstünlük sağlayarak savaştan çıkması da Türkiye için olumsuz bir senaryo olacaktır. Zira Ukrayna’nın mutlak galip olması Anglosakson İttifakını, AB ve NATO’yu daha üst bir jeostratejik kademeye taşıyacak ve bu blokun Türkiye’yi jeopolitik anlamda kısıtlayacak bir baskı ve tansiyon oluşturma kapasitesini artıracaktır. Öte yandan Rusya’nın süreçten galip çıkması Suriye, Libya ve Karabağ başta olmak üzere çatışarak işbirliği yaptığımız pek çok sahada Türkiye’yi sıkıştıracak ve tedrici olarak mevzi kaybetmemize sebebiyet verecektir. Bu bakımdan her iki tarafın yıpranarak ve kısa sürede uzlaşmaya varması, Türkiye’ye beklenenden daha fazla bir jeopolitik ufuk sunacaktır. Zaten gidişat kazan-kazan stratejisinden ziyade her iki tarafın da kaybedeceği bir sonucu getirecek gibi görünmektedir.

Rusya’ya kaybettiren en önemli parametreler; Ukrayna halkı ve ordusunun çok güçlü bir direniş sergilemesi, Putin’in aldığı istihbaratın aksine Rus azınlığın dahi bu saldırının arkasında durmaması ve  Batı ittifakının hiç umulmayan bir hız ve kapsamda bir araya gelerek Rusya’yı marjinalleştirmesi ve adeta medeni dünyanın dışına atması olmuştur. Bu meyanda şimdiye kadar tarihte örneğine hiç rastlanmayan ve sayısı binlerle ifade edilen ekonomik ve ticari ambargolara maruz kalan Putin Rusya’sına Türkiye, Cumhurbaşkanı marifetiyle bu ambargoların hiçbirine uymayacağını, aradaki ticaretin ruble, Türk lirası ya da külçe altın üzerinden yapılabileceği gibi bir perspektif sunmuştur. Bu akıllı/rasyonel teklif, Rus gazının Türkiye üzerinden pazarlanmasından Türk ürünlerinin Rusya’da rekor seviyede revaç bulmasına kadar kapsamlı bir ticari işbirliği ufku getirmektedir. Buna ilaveten ABD ve Avrupa hava sahalarının Rus vatandaşlarına kapatılması, her sene Avrupa’da tatili itiyat haline getirmiş on milyona yakın Rus turistin önemli bir kısmının ana destinasyonunun Türkiye olmasını mümkün kılabilecektir.  Öte yandan kendi meşruiyetini üzerine kurguladığı hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi prensipleri ihlal ederek Rus oligarkların yatlarına ve mal varlıklarına çöken  Avrupa Birliği’nin bu insanlık dışı yaklaşımı, bu kesim için Londongrad olarak isimlendiren Londra yerine Türkiye’yi yegane melce haline getirecek gibi görünmektedir. Benzer bir biçimde Rus merkez bankası başta olmak üzere pek çok Rus bankasının SWİFT sisteminin dışına çıkarılması ve finansal varlıklarının dondurulması, Rusya’da bulunan pek çok şirketin Türkiye’ye yönelmesine ve Türkiye’nin doğrudan yabancı yatırımlar açısından bir cazibe merkezi ve tedarik zincirinin önemli merkezlerinden birisi haline gelmesine yol açacaktır.

Haddizatında Avrupa açısından Rusya’ya uygulanan ambargoların belki de en önemli unsurunu, Rus doğalgaz ve petrolüne duyulan bağımlılıktan kurtulmak oluşturmaktadır. Bu bakımdan Türkiye alternatif boru hatlarıyla etkin bir transit ülke ve en optimum hub (enerji dağıtım merkezi) olabilecektir. İsrail ve Yunanistan’ın Türkiye ziyaretlerinin arkasındaki temel motif de budur. İsrail gazının KKTC ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmasının yanı sıra Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarının -Türkiye’nin teklif ettiği gibi- bir konferans üzerinden hakça paylaşımı hususu aciliyet kesp etmektedir. Aynı zamanda Irak petrollerinin -zaten altyapısı mevcut olan- Türk boru hatları üzerinden Avrupa enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi için aktive edilmesi mümkün olacaktır. Buna ilaveten Pekin’le Londra’yı birleştirme misyonuyla yola çıkan Kuşak Yol Projesi’nin Trans-Sibirya olarak adlandırılan Kuzey Kuşağı Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle akamete uğramış ve Atlantik’e ulaşımın tek alternatifi olarak Azerbaycan ve Türkiye üzerinden geçen Orta Kuşak istikametinin kalması, Türkiye’yi eşsiz bir lojistik merkez haline dönüştürecektir. Aynı zamanda Güney Gaz Koridoru projesi üzerinden inşa edilen ve halihazırda faal olan TANAP benzeri projeler Türkiye’nin jeoekonomisine ciddi pozitif katkı sağlayacaktır.                       

Türkiye için belki de en büyük kazanım, Rusya ile bazen çatışıp bazen işbirliği yaptığı Libya ve Suriye’de elde edilebilecektir. Malum olduğu üzere Libya’da son zamanlarda ilginç gelişmeler yaşanmakta, Rusya destekli Hafter’in hakim olduğu Tobruk/Bingazi bölgesinde Fethi Başağa’nın başbakan olarak ilan edilmesi, Birleşmiş Milletler tarafından tek meşru hükümet olarak görülen Trablus hükümetinin başbakanı Abdülhamid Dibeybe iktidarının peyderpey tartışılır hale gelmesi ve Türkiye başta olmak üzere taraf olan ülkelerin mevcut statükonun değişimine karşı sessiz kalması gündem oluştururken Rusya’nın Ukrayna savaşı üzerinden tüm dünyadan dışlanması ve Ukrayna’da savaşmak üzere Rus paralı askerlerinin (Wagner) bir kısmının bölgeden çekilmesi yeni bir jeopolitik oluşturmaktadır. Söz konusu savaş nedeniyle Türkiye’nin -Fransa’nın Rusya’ya alan açan politikasının aksine-  Rusya’yı pek çok stratejik bölgede sınırlandıran tek güç olduğunun Atlantik İttifakı ve AB tarafından anlaşılır hale gelmesi, Türkiye’ye Libya’da çok değerli bir alan açacak ve Libya’nın bütünlük ve istikrarına ciddi katkı sağlayacaktır. Benzer bir biçimde ABD ile vardığı zımni uzlaşmaya bağlı olarak Fırat’ın batısını elinde tutan Rusya buradan da dışlanacak ve Türkiye’ye güvenliği için en büyük problemi teşkil eden PKK ve YPG’nin en azından Münbiç ve Tel Rifat’taki varlığını sona erdirilebilecek müzahir bir zemini oluşturabilecektir. Rusya ile işbirliği ve çatışmanın bir başka noktası olan Azerbaycan’da da Dağlık Karabağ’ın tamamının geri alınması, Ermenistan’la nihai bir barış anlaşmasına varılması ve Türkiye’nin lojistik merkez olması için hayati ehemmiyeti haiz Zengezur Koridorunun faaliyete geçmesi muhtemel görünmektedir.

Türkiye’nin Montrö Anlaşması çerçevesinde üstlendiği mükellefiyetler de Ukrayna savaşında ülkemizi kritik ve anahtar bir ülke konumuna yükseltmektedir. ABD’nin tereddütlerine rağmen Türkiye, bu anlaşmadan taviz vermemiş ve Akdeniz’de filosu bulunan Rusya’nın dört gemisini önceden ihtar ederek geçişlerine müsaade etmemiştir. Benzer şekilde 2008 Gürcistan-Rusya savaşında Türkiye, Montrö’nün verdiği hakla ABD’nin yardım gemilerinin geçişine izin vermemiştir. Türkiye’nin bu konuda taviz vermeyeceğini bilen Rusya, savaşın çok öncesinde önemli savaş gemilerini çoktan kendi üssüne demirlemiş, kıyıdaş ülke olmadığı için dezavantajlı görünen ABD ise, bu geçiş rejiminin ne denli önemli olduğunu bildiği için Türkiye’yi zorlayacak bir hamle ya da talepte bulunmamıştır. Türkiye’nin bu güvenilir ve uluslararası anlaşmalara sadık tavrı başta olmak üzere tüm NATO üyesi ülkelerden takdir toplamıştır. Öte yandan Türkiye’nin 1987 yılında kıyıdaş ülkelerle yaptığı Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Anlaşması Karadeniz güvenliğinin en büyük teminatıdır. Karadeniz’in kuzey kıyılarının tamamının Rus hakimiyetine geçmesi durumunda bile Türkiye statükonun değişmesinden etkilenmeyecek ve kendi bölgesinde yürüttüğü doğalgaz arama ve sondaj çalışmalarına halel getirecek hukuki ya da siyasi bir bariyerle asla karşılaşmayacaktır.

Ne Ukrayna’dan ne Rusya’dan vazgeçmeksizin Karadeniz’den komşu olan iki dost ülkeyle ulusal çıkarlara dayalı ama bölgesel ve küresel dengeleri de ihmal etmeyen aktif bir dış politika ve mekik diplomasisi izleyen Türkiye, bu süreçte uluslararası sistem eleştirisiyle de ön plana çıkmıştır. Cumhurbaşkanımızın yıllarca yüksek sesle dile getirdiği “dünya beşten büyüktür” argümanı, bugün Rusya’nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde kınanmasını bile mümkün kılamayan köhnemiş bir yapı olarak BM nezdinde tecessüm etmiş ve uluslararası bir haklılık kazanmıştır. Öyle ki bugün sistemi kaim kılmak için Soğuk Savaş’ın ihdas ettiği tüm uluslararası örgüt ve kurumlar işlevsiz hale gelmiş durumdadır. Nitekim Putin’i bu kabil bir saldırı hususunda cesaretlendiren faktörlerden birisi de, -bu kurumların işlevsiz kalmasının da etkisiyle- 2008 Gürcistan krizine ve 2014 Rusya’nın Kırım’ı ilhakına uluslararası topluluğun tepkisiz kılması olmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tüm bu gerçekleri dünya kamuoyu önünde bu vesileyle bir kere daha ifade etmesi, Türkiye’nin izlediği dış politikanın inandırıcılığı açısından oldukça büyük önem arz etmektedir. Bu nedenledir ki Ukrayna, varılacak bir nihai anlaşmanın garantör ülkeleri arasında İngiltere ve ABD’nin yanı sıra Türkiye’yi de görmek istediğini belirtmiştir.  

Avrupa Birliği’nin üyelik perspektifini hızlandırmak için harekete geçtiği, Doğu Akdeniz’de vazgeçilmez bir aktör olduğunun tüm taraflarca itiraf edildiği, NATO ve ABD’nin değerli bir müttefik olarak yeniden keşfettiği ve her iki aktörle kurduğu özel ve derin ilişkiler üzerinden Rusya-Ukrayna savaşında ateşkes ve barışı temine en yakın bölgesel güç olarak Türkiye’nin jeopolitik önemi artmıştır. Ne var ki ABD ve müttefiklerinin bu yeni Türkiye’yi tekrar Soğuk Savaşın güvenlik mimarisinde pasif bir “kanat ülkesi” haline getirmek, tüm egemenlik ve bağımsızlık iddialarından vazgeçirerek ulusal çıkarlarını korumak yerine sadece müttefiklerin çıkarları için politika üreten bir müstemlekeye dönüştürmek ve terör örgütleri üzerinden yeniden ve yeniden terbiye etmek arzusundan kolay kolay vazgeçmeyeceği gerçeği kesinlikle göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda Savunma Sanayii Başkanı İsmail Demir’in “bizim için F-35 projesi ve Patriot alım talebimiz artık geride kalmıştır. Biz kendi ürünlerimizle yolumuza devam edeceğiz” ifadeleri bu bakımdan çok değerlidir.  2015 meskun mahal çatışmaları, 15 Temmuz 2016 iç savaş çıkarma girişimi ve sonrasında yaşanan gelişmeler, halihazır konjonktürde Türkiye’ye uzatılan Batılı elin pek de emin olmadığını göstermek için yeterli gerekçeler oluşturmaktadır. Türkiye başkalarının yazdığı senaryoları oynamamalı, diplomaside arabulucu, kolaylaştırıcı (facilitator), merkez ülke konumunu pekiştirmeli ve gerektiğinde yumuşak ve gerektiğinde sert gücünü kullanarak aleyhine olan oyunları bozmayı ve kendi oyununu kurmayı azim ve kararlılıkla sürdürmelidir.        

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.