“Millilik” ve “Yerlilik” söylemleri üzerinden dış politikanın yeniden inşası
Yazının Giriş Tarihi: 19.08.2017 16:49
Yazının Güncellenme Tarihi: 19.08.2017 17:01
Piyasaların takibi, iş dünyasının nabzının tutulması ve halkın ekonomi dünyasıyla buluşturulması noktasında büyük hizmetler ifa eden EKOMETRE gazetesinde yazmak, benim için büyük bir onur. Bu vesileyle gazetemizin kuruluşunun 17. senesini içtenlikle kutluyor, Kenan Sertalp beyefendi nezdinde tüm çalışanların başarılarının devamını temenni ediyorum.
Son birkaç yıl içinde üzerinde en çok düşündüğümüz ve yazdığımız husus, kuşkusuz Türkiye’nin yeniden inşası meselesi oldu. Dış politikası, bürokrasisi, hukuku ve güvenlik sistemiyle yenilenen, değişen, dönüşen ve adeta kabına sığmayan bir Türkiye var. Şüphesiz yeniden tanzim edilen alanlardan birisi de ekonomi. Küreselleşmenin dünyanın küçük bir köye dönüştüren yakınlaştırıcı etkisi, neo-liberal anlayışın getirdiği dinamizm ve mobilizasyon ve sanayileşmenin zorunlu hale getirdiği teknolojik innovasyon çabaları hepimizin gözlerini ekonomiye odaklamamıza neden oluyor. İnsanların daha çok ekonomiye entegre olması, iş dünyasının mekân ve hacminin hızla genişlemesi ve piyasaların izlediği seyrin gündelik hayatımızı etkilemesi kendine özgü işleyiş mekanizması ve matematiği olan bu alanı hepimiz için cazip ve ilginç hale getiriyor.
Acaba Yeni Türkiye’yi inşa ederken en yakın komşularımızın yeniden inşasına bakarsak nasıl bir atmosferle yüzleşiriz? Bu sorudan başlayarak yeniden inşa aşamasında üzerine odaklanmamız gereken konu başlıklarını kısa kısa ele alalım:
a-Çatışma sonrası devletlerin yeniden inşası: Afganistan, Suriye, Irak
11 Eylül 2001 terörist saldırıları sonrası ABD “uluslararası terörle mücadele” ve “bölgeye demokrasi götürme” kisvesi altında Afganistan ve Irak’ı işgal etti. Afganistan Batı kurgusu olan Taliban, el-Kaide gibi terör örgütlerinin yıkıcı faaliyetleriyle devlet ve millet bütünlüğünü kaybederken Irak da Baas partisinin yıkılmasıyla devlet olmaktan çıkartılıyor, mezhebi ve etnik farklılık çatışmalara dönüştürülüyordu. 2010 sonunda halkın diktatörlerden kurtulma ve özgürlük mücadelesi İsrail ve ABD tarafından manipüle ediliyordu. Öyle ki uluslararası kumpasın bir parçası olarak ABD tarafından kurgulanan DEAŞ’le mücadele retoriği, ayrılıkçı Kürt terör örgütleri olan YPG ve PYD’nin varlığı ve aynı zamanda zalim Esed rejiminin devamı için bir meşruiyet zemini olarak işlev görüyordu. Adı geçen terör örgütleri üzerinden üçüncü bir dünya savaşına dönüşen Suriye, ABD önderliğinde altmışın üzerinde ülkenin ve Rusya-İran ve Türkiye’nin oluşturduğu koalisyon ekseninde bitmeyen çatışmaların girdabına sokulmuş oluyordu. Tüm bu konjonktür üzerinden yeni okumalar yaparak bu üç ülkede barış ve istikrarın sağlanması, silüete dönüşen kentlerin hem mimari ve hem de manevi yönden inşası ve kırılan ve küstürülen ruh ve gönüllerin ihyası için ne kabil sosyo-politik, ekonomik ve kognitif tedbirlerin alınması gerektiği masaya yatırılması gereken konular arasında yer almaktadır.
b- Emperyalizmin yeni yüzleri üzerinden insani müdahale kavramının yeniden inşası
Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, azınlık haklarının korunması, çok kültürlülük ve kültürel çoğulculuk gibi evrensel nitelik taşıyan norm ve prensipler, Avrupa hümanizmi ve Aydınlanma felsefesi üzerinden Batıya ve Batılı kurum ve kuruluşlara meşruiyet kazandıran parametreler haline dönüştürülmüştür. Bu durum aynı zamanda Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi gibi kuruluşların emperyalist niyet ve ekonomik menfaatleri için “gelişmemiş” ya da “gelişmekte olan” kategorisinde bulunan ülkelere müdahalesi için bir zemin oluşturmaktadır. Öyle ki “insani müdahale enstrümanı” emperyalizmin yeni bir yüzü olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin şiddeti gittikçe artan terörle mücadele eden ülkemiz, Avrupa Konseyi tarafından insan hakları bakımından haksızca “izleme” sürecine alınmış, ancak ticari kaygılar nedeniyle bu izleme sürecine 2004 yılında nihayet verilmiştir. Nedense insani müdahaleye maruz kalan ülkeler hep Müslüman ülkeler olmaktadır. Türkiye son yıllarda “dünya beşten büyüktür” ifadesiyle uluslararası sistemi emperyalizm üzerinden inşa eden akla karşı haklı bir mücadele içine girmiştir. Büyük bir memnuniyetle ifade etmek gerekir ki, dünya, eski dünya değildir ve dünya jandarmalığına soyunmuş düvel-i muazzamaya ve müesses nizama karşı Türkiye yalnız değildir. Adil ve hakkani bir uluslararası sistemin kurulması için ne kabil örgütlenmelerin olması gerektiği ve var olanların nasıl ıslah ve tadil edilebileceği hususlarında alternatif görüş ve teklifler sunmayı vazife addediyoruz.
c- Brexit üzerinden Türkiye- Avrupa Birliği ilişkilerinin yeniden inşası:
İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılması, Birliğin geleceğini tehdit altına aldı. Öte yandan Amerika Birleşik Devletleri’yle kurulan Anglosakson ittifakının çökmesi, Avrupa Birliği’nin kendi içindeki yapısal ve konjonktürel problemler, genişleme politikalarında özellikle Türkiye’nin üyeliğine yönelik hususlarda yaşanılan vizyonsuzluk entegrasyon sürecini ölümcül bir sekteye uğrattı. Bunlarla birlikte Suriyeli mülteciler sorunu üzerinden Avrupa’nın kendi uygarlık ve kültürüne duyduğu inancın zayıflaması, ırkçılık, şovenizm, faşizm, İslamofobi ve yabancı düşmanlığının Avrupa çapında artan oranda yaygınlık kazanması Avrupa Birliği projesini çökme noktasına getirdi. Bunlara paralel olarak ekonomik alanın daralması, Avro krizi, işsizliğin tahammül edilemez noktalara baliğ olması üyelerin genişleme ve derinleşme motivasyonunu tamamen ortadan kaldırdı. Stratejik ufka ve uzun erimli bir vizyona sahip olmayan liderler tarafından yönetilen Avrupa Birliği, insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve çok kültürlülük gibi kendine meşruiyet kazandıran parametrelerden gittikçe uzaklaştı. İkinci bin yıl söyleşileri kapsamında yapacağımız toplantı, Avrupa Birliği’nin gelecek perspektifini sosyo-politik ve ekonomik boyutlarıyla tartışma zemini hazırlayacak.
d-Dünya ticaret yolları üzerinden İpekyolu’nun yeniden inşası
11 Eylül 2001’de ABD’ye yapılan terörist saldırıları bahane ederek gerçekleştirilen Afganistan işgali, Irak’ın bütünlüğünün bozulması, İsrail ve ABD inisiyatifi ve müdahalesiyle rayından çıkartılan Arap Baharı süreci, Suriye’de tüm şiddetiyle hala devam eden Suriye iç savaşı, tablonun bütünlüğüne bakıldığında, ABD’nin en öncelikli hedefine ulaşmak için planladığı olaylar silsilesi olarak görülebilir: Çin liderliğinde oluşturulmak istenen İpekyolu projesini mümkünse iptal etmek, değilse Amerikan çıkarları çerçevesinde yeniden şekillendirmek. En az altmış ülkeyi ilgilendiren ve gerçekleşmesi halinde ABD’nin dolar, petrol ve silah üzerinden kurduğu emperyalist hegemonyayı bitirebilecek olan bu proje, Türkiye’nin istikbali için de hayati önemi haizdir. Ne var ki, ABD ile saha üzerinde olmasa bile asimetrik savaşlara yol açabilecek bu projeyi engellemek için DEAŞ, PKK, YPG, PYD ve DHKP-C gibi terör örgütleri kullanılmakta ve Manchester’de ve Sultanahmet’te aynı akıl, terör üzerinden anarşi yaratarak mesaj vermeye çalışmaktadır. Anglosakson ittifakını bitiren, Avrupa Birliğini marjinalleştiren ve ABD’nin hayat damarlarını kesecek olan bu proje, Körfez’de yaşanan Katar kriziyle de doğrudan bağlantılıdır. Tüm bu ilişkiler öbeğinin ortasında konumlanan Türkiye’nin bu süreçte hangi ittifak sistemleriyle hareket etmesi gerektiği ve dış politika yönelimlerinin hangi istikamette tezahür edebileceği hususu, analiz çerçevemizin içinde yer almalıdır.
e-Ortadoğu'nun yeniden inşası: Sykes Picot’tan Ulus Devlete
Bundan yüz yıl önce Osmanlı İmparatorluğunu dağıtmayı ve topraklarını bölüşmeyi hedefleyen güçler, Ortadoğu’yu yeniden şekillendiren ve anlaşmayı tertip eden kişilerce anılan gizli bir planı devreye soktular. Bu anlaşma Ortadoğu’yu bünyesinde barındırdığı dini, etnik ve mezhepsel bütünlükler ve kimlikler dikkate alınmaksızın ve daima Türkiye’ye güvensizlik yaratacak bir dizaynla şekillendirerek sınırları tespit etti. Bugün Ortadoğu’ya demokrasi götürmek bahanesiyle Irak ve Suriye’yi işgal eden unsurların bölgede yapıp ettikleri, Sykes-Picot’nun tekrar devreye sokulduğu fikrini zihinlerimizde canlandırmakta. 2004 yılında dönemin dışişleri bakanı Condoleezza Rice önderliğinde ABD’nin ortaya koyduğu Büyük Ortadoğu Projesi/İnisiyatifi, 2005-2006 yıllarında Türkiye’nin kuzeyinin (Ukrayna ve Gürcistan) ve 2010 yılı sonu itibarıyla Türkiye’nin güneyinin (Arap Baharı) istikrarsızlaştırılması ve nihayet 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’de tatbik ve tecrübe edilen iç işgal süreci, Sykes-Picot’nun adeta yeniden hortladığını göstermekte. Bölgede küçük küçük, istikrarsız ve kendi kendini idare edecek otonomi ve egemenlikten mahrum butik devletlerin ya da devletçiklerin kurulması, ekonomisini para, petrol ve silah denklemi üzerinden kuran ve gerektiğinde darbe ve iç işgal müdahalesiyle muhalif iktidarları devirmeye çalışan ABD gibi devletlerin küresel manipülasyonunu mümkün kılmak için elzemdir. Tüm bu veriler ve parametreler ışığında bizler, bölgede yer alan devletlerin ve özellikle komşuluktan öte ilişkilere sahip olduğumuz Irak ve Suriye’nin topraksal ve üniter bütünlüğünü yitirmeden ve küresel müdahalelere karşı mukavemetli bir egemenlik alanını koruyarak varlığını sürdürmesi için alınması gereken tedbirleri tartışmaya açmayı planlıyoruz.
f-Milli kimliğin İnşasında dinsel ve sekülerist arayışlar
Fransız İhtilali sonrasında imparatorlukların yıkılması, milli aidiyetlerin öncelik kazanması ve ulus-devletlerin kurulması kaçınılmaz hale gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun günümüze taşıdığı emperyal bakiye üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti de, ulus-inşa stratejileri olarak bilinen anayasa, milli para, ordu, semboller, alfabe, ulusal tarih yazımı, örgün ve yaygın eğitim, dil, bayrak, vatan ve millet parametreleri üzerinden bir millet inşa etmeye çalışmıştır. Ne var ki, ulusal kimliği tarif eden Türk anayasalarına bakıldığında tanımlanan kimliğin imparatorluk sonrası farklı din, dil ve etnisiteleri bünyesinde barındırmaktan, bir arada yaşamayı mümkün kılacak temsiliyet imkânına sahip olmaktan ve demokratik yaşamı tedarik etmekten uzak olduğu bir vakıadır. Şu da bir gerçektir ki, siz kendi kimliğinizi çağın gereklerine, atalarınızdan tevarüs eden milli ve manevi değerlere ve toplumun sahip olduğu sosyolojiye uygun bir biçimde güncellemezseniz, birileri sizin adınıza bir kimlik belirleyecektir. Nitekim ülkemiz ve insanımız bugün doğu-batı, modernite-gelenek, din-sekülerizm gibi dikotomiler üzerinden ciddi bir kimlik bunalımına maruz bırakılmıştır. Ülkemiz eğitim ve kültür politikaları açısından çağın çok gerisinde kalmıştır. Bu durumun en açık tezahürü, milli kimliğin muhafızı ve milli kültürü medeniyete dönüştürmede en etkin parametre olan, “din” ve “din algısı” üzerinde temerküz etmektedir. Öyle ki, bugün İslam’ın tarih ve kültür bağımlı heterodoksileri olan Şiilik, Vehhabilik, Mutezile gibi unsurlar ülkemizde revaç bulmaya ve Osmanlıdan günümüze aktarılan Hanefi-Sünni çizgi eski bütünleştirici karakterini hızla kaybetmeye başlamıştır. Yaşadığımız çağda dini radikalizmi küresel bir tehdit haline getiren, terörle İslam’ı özdeşleştiren ve Müslümanları - özellikle azınlık halinde bulundukları Avrupa ülkelerinde – potansiyel birer suçlu konumuna düşüren terör örgütleri, bizi dinin doğru referanslarına ulaşma ve bu sahih umdeler üzerinden ve özellikle “yerlilik” ve “millilik” prensiplerinden sapmadan yeni bir kimlik inşasına mecbur bırakmaktadır. Bu sosyo-politik imkânı tartışmaya açmak, yeni Türkiye’nin kimlik inşasına dair veriler ortaya koymaya hizmet edecektir.
g-Türkiye’nin yeniden inşasında mahalli idarelerin yeniden yapılandırılması
16 Nisan 2017 referandumuyla hayat geçirilen yeni yürütme sisteminin öncelikli sorunu merkezi yönetimi ciddi bir şekilde elden geçirmektir. Ardından merkezi yönetimin yapması gereken ilk iş, taşra sistemini revize etmektir. Dolayısıyla kamu yönetimini ciddi bir biçimde yapılandırmak zorundayız. Zira hali hazırdaki yapı eski müesses nizamın bir temsilcisi olarak, geçmişin sorunlarını sıklıkla gündeme getirmeye aday. Bugünkü yapısıyla Türk Kamu Yönetimi ciddi ölçüde hantal, aşırı büyümüş, gerek örgüt yapısı gerekse de işleyişiyle problemli durumda. Aşırı derece büyümüş ve gündelik hayatın her alanına sızmış bir kamu yönetimi mevcut sorunları çözmekte ve FETÖ başta olmak üzere her türlü bölücü ve yıkıcı yasa dışı yapılarla mücadele etmekte zorlanmakta. Bunun düzeltilebilmesi için Başkanlık sistemine uygun esnek, ani değişikliklere cevap verebilen, kadro ve muhteviyat açısından zengin bir merkezi yönetim kurmak zorundayız. Bu tarz bir kamu yönetiminin ise liyakate önem veren, iyi eğitilmiş ve etkin bir memurluk sistemine ihtiyacı bulunuyor. Bu konuda yapılacak işleri üç aşamalı bir plan dâhilinde uygulamaya sokmak mümkün. Birinci olarak, merkezi yönetim yeniden yapılandırılmalı. Bu konuda gerekirse yeni bakanlıklar kurulmalı ya da çağa uyum sağlayamayan bakanlıklar ortadan kaldırılmalı. İkinci olarak, etkin ve her türlü bölücü siyasetten arındırılmış bir yerel yönetimler reformunun yapılması gerekmekte. Bu amaçla büyükşehir belediyelerinin sayısı artırılabilir. Üçüncü aşama ise elbette ki yeniden yapılandırılmış, liyakati gözeten, etkin ve verimli bir kamu yönetimi sisteminin kurulması. Bu düzenlemeler yapılmadığı ya da gerçekleştirilmesi ertelendiği sürece Yürütmenin eskiye dayalı sorunları sıklıkla ve bu kez daha güçlü biçimde tezahür edebilir. Bu hususta yapılması gereken mahalli idareler reformu detaylı bir biçimde analiz edilecektir.
h-Uluslararası enerji rejiminde ulusal ve çok-uluslu şirketlerin rolü
Günümüzde uluslararası siyaseti sadece dış politika bürokrasisi ya da siyasiler belirlemiyor, çok uluslu şirketler devletten rol çalarak bir savaşı başlatacak ya da var olan bir savaşı durdurabilecek bir güce sahip bulunuyor. Bu durum ekonomiyle dış politika arasında kurulan korelasyonla izah edilebilir. Bu korelasyonun bir uzantısı olarak dünyanın enerjiye duyduğu ihtiyaç, siyasetin doğal gaz ve petrol boru hatları ekseninde şekillenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda enerji güvenliği, enerji rejimi üzerinden ve çok uluslu şirketler marifetiyle dünyanın yeniden nasıl şekilleneceği irdelenecektir.
i-Osmanlı Millet Sistemi bağlamında milli devleti yeniden düşünmek
Osmanlı millet sistemi, şu an anladığımız millet kavramından oldukça farklı anlamlar ve nüanslar içermektedir. Osmanlı idari sisteminde devlet, millet kategorilerinden oluşmakta, milletler ise etnik kökenlere göre değil, bilakis din ve mezheplere göre tayin edilmekteydi. Farklı kimliklerin yan yana yaşadığı bir kompartıman sistemi mevcuttu. Hâlbuki bugün çok kültürlülük kavramıyla ifade edilen yaşama biçimi, farklı kültürlerin farklılıklarını yitirmeden bir arada, yan yana ve iç içe yaşama pratiğidir. Çok uluslu, çok hukuklu, çok etnili imparatorluktan bir ulusun hâkimiyetine dayanan ulus-devlet modeli çok zorlu bir sosyo-politik bir geçişe tekabül etmektedir. Zira imparatorluk içerisinde dini cemaatler halinde yaşayan insanlar, bu kez ulus-devlet içerisinde ulusal kimlik ve aidiyetle yaşama tecrübesi yaşayacaklardır. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine geçişle birlikte değişen aidiyet ve kimliklerin getirdiği problemler ve çözüm önerileri üzerinde odaklanmaya devam etmeliyiz.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Prof. Hüsamettin İnaç
“Millilik” ve “Yerlilik” söylemleri üzerinden dış politikanın yeniden inşası
Son birkaç yıl içinde üzerinde en çok düşündüğümüz ve yazdığımız husus, kuşkusuz Türkiye’nin yeniden inşası meselesi oldu. Dış politikası, bürokrasisi, hukuku ve güvenlik sistemiyle yenilenen, değişen, dönüşen ve adeta kabına sığmayan bir Türkiye var. Şüphesiz yeniden tanzim edilen alanlardan birisi de ekonomi. Küreselleşmenin dünyanın küçük bir köye dönüştüren yakınlaştırıcı etkisi, neo-liberal anlayışın getirdiği dinamizm ve mobilizasyon ve sanayileşmenin zorunlu hale getirdiği teknolojik innovasyon çabaları hepimizin gözlerini ekonomiye odaklamamıza neden oluyor. İnsanların daha çok ekonomiye entegre olması, iş dünyasının mekân ve hacminin hızla genişlemesi ve piyasaların izlediği seyrin gündelik hayatımızı etkilemesi kendine özgü işleyiş mekanizması ve matematiği olan bu alanı hepimiz için cazip ve ilginç hale getiriyor.
Acaba Yeni Türkiye’yi inşa ederken en yakın komşularımızın yeniden inşasına bakarsak nasıl bir atmosferle yüzleşiriz? Bu sorudan başlayarak yeniden inşa aşamasında üzerine odaklanmamız gereken konu başlıklarını kısa kısa ele alalım:
a-Çatışma sonrası devletlerin yeniden inşası: Afganistan, Suriye, Irak
11 Eylül 2001 terörist saldırıları sonrası ABD “uluslararası terörle mücadele” ve “bölgeye demokrasi götürme” kisvesi altında Afganistan ve Irak’ı işgal etti. Afganistan Batı kurgusu olan Taliban, el-Kaide gibi terör örgütlerinin yıkıcı faaliyetleriyle devlet ve millet bütünlüğünü kaybederken Irak da Baas partisinin yıkılmasıyla devlet olmaktan çıkartılıyor, mezhebi ve etnik farklılık çatışmalara dönüştürülüyordu. 2010 sonunda halkın diktatörlerden kurtulma ve özgürlük mücadelesi İsrail ve ABD tarafından manipüle ediliyordu. Öyle ki uluslararası kumpasın bir parçası olarak ABD tarafından kurgulanan DEAŞ’le mücadele retoriği, ayrılıkçı Kürt terör örgütleri olan YPG ve PYD’nin varlığı ve aynı zamanda zalim Esed rejiminin devamı için bir meşruiyet zemini olarak işlev görüyordu. Adı geçen terör örgütleri üzerinden üçüncü bir dünya savaşına dönüşen Suriye, ABD önderliğinde altmışın üzerinde ülkenin ve Rusya-İran ve Türkiye’nin oluşturduğu koalisyon ekseninde bitmeyen çatışmaların girdabına sokulmuş oluyordu. Tüm bu konjonktür üzerinden yeni okumalar yaparak bu üç ülkede barış ve istikrarın sağlanması, silüete dönüşen kentlerin hem mimari ve hem de manevi yönden inşası ve kırılan ve küstürülen ruh ve gönüllerin ihyası için ne kabil sosyo-politik, ekonomik ve kognitif tedbirlerin alınması gerektiği masaya yatırılması gereken konular arasında yer almaktadır.
b- Emperyalizmin yeni yüzleri üzerinden insani müdahale kavramının yeniden inşası
Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, azınlık haklarının korunması, çok kültürlülük ve kültürel çoğulculuk gibi evrensel nitelik taşıyan norm ve prensipler, Avrupa hümanizmi ve Aydınlanma felsefesi üzerinden Batıya ve Batılı kurum ve kuruluşlara meşruiyet kazandıran parametreler haline dönüştürülmüştür. Bu durum aynı zamanda Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi gibi kuruluşların emperyalist niyet ve ekonomik menfaatleri için “gelişmemiş” ya da “gelişmekte olan” kategorisinde bulunan ülkelere müdahalesi için bir zemin oluşturmaktadır. Öyle ki “insani müdahale enstrümanı” emperyalizmin yeni bir yüzü olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin şiddeti gittikçe artan terörle mücadele eden ülkemiz, Avrupa Konseyi tarafından insan hakları bakımından haksızca “izleme” sürecine alınmış, ancak ticari kaygılar nedeniyle bu izleme sürecine 2004 yılında nihayet verilmiştir. Nedense insani müdahaleye maruz kalan ülkeler hep Müslüman ülkeler olmaktadır. Türkiye son yıllarda “dünya beşten büyüktür” ifadesiyle uluslararası sistemi emperyalizm üzerinden inşa eden akla karşı haklı bir mücadele içine girmiştir. Büyük bir memnuniyetle ifade etmek gerekir ki, dünya, eski dünya değildir ve dünya jandarmalığına soyunmuş düvel-i muazzamaya ve müesses nizama karşı Türkiye yalnız değildir. Adil ve hakkani bir uluslararası sistemin kurulması için ne kabil örgütlenmelerin olması gerektiği ve var olanların nasıl ıslah ve tadil edilebileceği hususlarında alternatif görüş ve teklifler sunmayı vazife addediyoruz.
c- Brexit üzerinden Türkiye- Avrupa Birliği ilişkilerinin yeniden inşası:
İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılması, Birliğin geleceğini tehdit altına aldı. Öte yandan Amerika Birleşik Devletleri’yle kurulan Anglosakson ittifakının çökmesi, Avrupa Birliği’nin kendi içindeki yapısal ve konjonktürel problemler, genişleme politikalarında özellikle Türkiye’nin üyeliğine yönelik hususlarda yaşanılan vizyonsuzluk entegrasyon sürecini ölümcül bir sekteye uğrattı. Bunlarla birlikte Suriyeli mülteciler sorunu üzerinden Avrupa’nın kendi uygarlık ve kültürüne duyduğu inancın zayıflaması, ırkçılık, şovenizm, faşizm, İslamofobi ve yabancı düşmanlığının Avrupa çapında artan oranda yaygınlık kazanması Avrupa Birliği projesini çökme noktasına getirdi. Bunlara paralel olarak ekonomik alanın daralması, Avro krizi, işsizliğin tahammül edilemez noktalara baliğ olması üyelerin genişleme ve derinleşme motivasyonunu tamamen ortadan kaldırdı. Stratejik ufka ve uzun erimli bir vizyona sahip olmayan liderler tarafından yönetilen Avrupa Birliği, insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve çok kültürlülük gibi kendine meşruiyet kazandıran parametrelerden gittikçe uzaklaştı. İkinci bin yıl söyleşileri kapsamında yapacağımız toplantı, Avrupa Birliği’nin gelecek perspektifini sosyo-politik ve ekonomik boyutlarıyla tartışma zemini hazırlayacak.
d-Dünya ticaret yolları üzerinden İpekyolu’nun yeniden inşası
11 Eylül 2001’de ABD’ye yapılan terörist saldırıları bahane ederek gerçekleştirilen Afganistan işgali, Irak’ın bütünlüğünün bozulması, İsrail ve ABD inisiyatifi ve müdahalesiyle rayından çıkartılan Arap Baharı süreci, Suriye’de tüm şiddetiyle hala devam eden Suriye iç savaşı, tablonun bütünlüğüne bakıldığında, ABD’nin en öncelikli hedefine ulaşmak için planladığı olaylar silsilesi olarak görülebilir: Çin liderliğinde oluşturulmak istenen İpekyolu projesini mümkünse iptal etmek, değilse Amerikan çıkarları çerçevesinde yeniden şekillendirmek. En az altmış ülkeyi ilgilendiren ve gerçekleşmesi halinde ABD’nin dolar, petrol ve silah üzerinden kurduğu emperyalist hegemonyayı bitirebilecek olan bu proje, Türkiye’nin istikbali için de hayati önemi haizdir. Ne var ki, ABD ile saha üzerinde olmasa bile asimetrik savaşlara yol açabilecek bu projeyi engellemek için DEAŞ, PKK, YPG, PYD ve DHKP-C gibi terör örgütleri kullanılmakta ve Manchester’de ve Sultanahmet’te aynı akıl, terör üzerinden anarşi yaratarak mesaj vermeye çalışmaktadır. Anglosakson ittifakını bitiren, Avrupa Birliğini marjinalleştiren ve ABD’nin hayat damarlarını kesecek olan bu proje, Körfez’de yaşanan Katar kriziyle de doğrudan bağlantılıdır. Tüm bu ilişkiler öbeğinin ortasında konumlanan Türkiye’nin bu süreçte hangi ittifak sistemleriyle hareket etmesi gerektiği ve dış politika yönelimlerinin hangi istikamette tezahür edebileceği hususu, analiz çerçevemizin içinde yer almalıdır.
e-Ortadoğu'nun yeniden inşası: Sykes Picot’tan Ulus Devlete
Bundan yüz yıl önce Osmanlı İmparatorluğunu dağıtmayı ve topraklarını bölüşmeyi hedefleyen güçler, Ortadoğu’yu yeniden şekillendiren ve anlaşmayı tertip eden kişilerce anılan gizli bir planı devreye soktular. Bu anlaşma Ortadoğu’yu bünyesinde barındırdığı dini, etnik ve mezhepsel bütünlükler ve kimlikler dikkate alınmaksızın ve daima Türkiye’ye güvensizlik yaratacak bir dizaynla şekillendirerek sınırları tespit etti. Bugün Ortadoğu’ya demokrasi götürmek bahanesiyle Irak ve Suriye’yi işgal eden unsurların bölgede yapıp ettikleri, Sykes-Picot’nun tekrar devreye sokulduğu fikrini zihinlerimizde canlandırmakta. 2004 yılında dönemin dışişleri bakanı Condoleezza Rice önderliğinde ABD’nin ortaya koyduğu Büyük Ortadoğu Projesi/İnisiyatifi, 2005-2006 yıllarında Türkiye’nin kuzeyinin (Ukrayna ve Gürcistan) ve 2010 yılı sonu itibarıyla Türkiye’nin güneyinin (Arap Baharı) istikrarsızlaştırılması ve nihayet 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’de tatbik ve tecrübe edilen iç işgal süreci, Sykes-Picot’nun adeta yeniden hortladığını göstermekte. Bölgede küçük küçük, istikrarsız ve kendi kendini idare edecek otonomi ve egemenlikten mahrum butik devletlerin ya da devletçiklerin kurulması, ekonomisini para, petrol ve silah denklemi üzerinden kuran ve gerektiğinde darbe ve iç işgal müdahalesiyle muhalif iktidarları devirmeye çalışan ABD gibi devletlerin küresel manipülasyonunu mümkün kılmak için elzemdir. Tüm bu veriler ve parametreler ışığında bizler, bölgede yer alan devletlerin ve özellikle komşuluktan öte ilişkilere sahip olduğumuz Irak ve Suriye’nin topraksal ve üniter bütünlüğünü yitirmeden ve küresel müdahalelere karşı mukavemetli bir egemenlik alanını koruyarak varlığını sürdürmesi için alınması gereken tedbirleri tartışmaya açmayı planlıyoruz.
f-Milli kimliğin İnşasında dinsel ve sekülerist arayışlar
Fransız İhtilali sonrasında imparatorlukların yıkılması, milli aidiyetlerin öncelik kazanması ve ulus-devletlerin kurulması kaçınılmaz hale gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun günümüze taşıdığı emperyal bakiye üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti de, ulus-inşa stratejileri olarak bilinen anayasa, milli para, ordu, semboller, alfabe, ulusal tarih yazımı, örgün ve yaygın eğitim, dil, bayrak, vatan ve millet parametreleri üzerinden bir millet inşa etmeye çalışmıştır. Ne var ki, ulusal kimliği tarif eden Türk anayasalarına bakıldığında tanımlanan kimliğin imparatorluk sonrası farklı din, dil ve etnisiteleri bünyesinde barındırmaktan, bir arada yaşamayı mümkün kılacak temsiliyet imkânına sahip olmaktan ve demokratik yaşamı tedarik etmekten uzak olduğu bir vakıadır. Şu da bir gerçektir ki, siz kendi kimliğinizi çağın gereklerine, atalarınızdan tevarüs eden milli ve manevi değerlere ve toplumun sahip olduğu sosyolojiye uygun bir biçimde güncellemezseniz, birileri sizin adınıza bir kimlik belirleyecektir. Nitekim ülkemiz ve insanımız bugün doğu-batı, modernite-gelenek, din-sekülerizm gibi dikotomiler üzerinden ciddi bir kimlik bunalımına maruz bırakılmıştır. Ülkemiz eğitim ve kültür politikaları açısından çağın çok gerisinde kalmıştır. Bu durumun en açık tezahürü, milli kimliğin muhafızı ve milli kültürü medeniyete dönüştürmede en etkin parametre olan, “din” ve “din algısı” üzerinde temerküz etmektedir. Öyle ki, bugün İslam’ın tarih ve kültür bağımlı heterodoksileri olan Şiilik, Vehhabilik, Mutezile gibi unsurlar ülkemizde revaç bulmaya ve Osmanlıdan günümüze aktarılan Hanefi-Sünni çizgi eski bütünleştirici karakterini hızla kaybetmeye başlamıştır. Yaşadığımız çağda dini radikalizmi küresel bir tehdit haline getiren, terörle İslam’ı özdeşleştiren ve Müslümanları - özellikle azınlık halinde bulundukları Avrupa ülkelerinde – potansiyel birer suçlu konumuna düşüren terör örgütleri, bizi dinin doğru referanslarına ulaşma ve bu sahih umdeler üzerinden ve özellikle “yerlilik” ve “millilik” prensiplerinden sapmadan yeni bir kimlik inşasına mecbur bırakmaktadır. Bu sosyo-politik imkânı tartışmaya açmak, yeni Türkiye’nin kimlik inşasına dair veriler ortaya koymaya hizmet edecektir.
g-Türkiye’nin yeniden inşasında mahalli idarelerin yeniden yapılandırılması
16 Nisan 2017 referandumuyla hayat geçirilen yeni yürütme sisteminin öncelikli sorunu merkezi yönetimi ciddi bir şekilde elden geçirmektir. Ardından merkezi yönetimin yapması gereken ilk iş, taşra sistemini revize etmektir. Dolayısıyla kamu yönetimini ciddi bir biçimde yapılandırmak zorundayız. Zira hali hazırdaki yapı eski müesses nizamın bir temsilcisi olarak, geçmişin sorunlarını sıklıkla gündeme getirmeye aday. Bugünkü yapısıyla Türk Kamu Yönetimi ciddi ölçüde hantal, aşırı büyümüş, gerek örgüt yapısı gerekse de işleyişiyle problemli durumda. Aşırı derece büyümüş ve gündelik hayatın her alanına sızmış bir kamu yönetimi mevcut sorunları çözmekte ve FETÖ başta olmak üzere her türlü bölücü ve yıkıcı yasa dışı yapılarla mücadele etmekte zorlanmakta. Bunun düzeltilebilmesi için Başkanlık sistemine uygun esnek, ani değişikliklere cevap verebilen, kadro ve muhteviyat açısından zengin bir merkezi yönetim kurmak zorundayız. Bu tarz bir kamu yönetiminin ise liyakate önem veren, iyi eğitilmiş ve etkin bir memurluk sistemine ihtiyacı bulunuyor. Bu konuda yapılacak işleri üç aşamalı bir plan dâhilinde uygulamaya sokmak mümkün. Birinci olarak, merkezi yönetim yeniden yapılandırılmalı. Bu konuda gerekirse yeni bakanlıklar kurulmalı ya da çağa uyum sağlayamayan bakanlıklar ortadan kaldırılmalı. İkinci olarak, etkin ve her türlü bölücü siyasetten arındırılmış bir yerel yönetimler reformunun yapılması gerekmekte. Bu amaçla büyükşehir belediyelerinin sayısı artırılabilir. Üçüncü aşama ise elbette ki yeniden yapılandırılmış, liyakati gözeten, etkin ve verimli bir kamu yönetimi sisteminin kurulması. Bu düzenlemeler yapılmadığı ya da gerçekleştirilmesi ertelendiği sürece Yürütmenin eskiye dayalı sorunları sıklıkla ve bu kez daha güçlü biçimde tezahür edebilir. Bu hususta yapılması gereken mahalli idareler reformu detaylı bir biçimde analiz edilecektir.
h-Uluslararası enerji rejiminde ulusal ve çok-uluslu şirketlerin rolü
Günümüzde uluslararası siyaseti sadece dış politika bürokrasisi ya da siyasiler belirlemiyor, çok uluslu şirketler devletten rol çalarak bir savaşı başlatacak ya da var olan bir savaşı durdurabilecek bir güce sahip bulunuyor. Bu durum ekonomiyle dış politika arasında kurulan korelasyonla izah edilebilir. Bu korelasyonun bir uzantısı olarak dünyanın enerjiye duyduğu ihtiyaç, siyasetin doğal gaz ve petrol boru hatları ekseninde şekillenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda enerji güvenliği, enerji rejimi üzerinden ve çok uluslu şirketler marifetiyle dünyanın yeniden nasıl şekilleneceği irdelenecektir.
i-Osmanlı Millet Sistemi bağlamında milli devleti yeniden düşünmek
Osmanlı millet sistemi, şu an anladığımız millet kavramından oldukça farklı anlamlar ve nüanslar içermektedir. Osmanlı idari sisteminde devlet, millet kategorilerinden oluşmakta, milletler ise etnik kökenlere göre değil, bilakis din ve mezheplere göre tayin edilmekteydi. Farklı kimliklerin yan yana yaşadığı bir kompartıman sistemi mevcuttu. Hâlbuki bugün çok kültürlülük kavramıyla ifade edilen yaşama biçimi, farklı kültürlerin farklılıklarını yitirmeden bir arada, yan yana ve iç içe yaşama pratiğidir. Çok uluslu, çok hukuklu, çok etnili imparatorluktan bir ulusun hâkimiyetine dayanan ulus-devlet modeli çok zorlu bir sosyo-politik bir geçişe tekabül etmektedir. Zira imparatorluk içerisinde dini cemaatler halinde yaşayan insanlar, bu kez ulus-devlet içerisinde ulusal kimlik ve aidiyetle yaşama tecrübesi yaşayacaklardır. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine geçişle birlikte değişen aidiyet ve kimliklerin getirdiği problemler ve çözüm önerileri üzerinde odaklanmaya devam etmeliyiz.