SON DAKİKA
Hava Durumu

İsrail sorununa sosyopolitik bir bakış

Yazının Giriş Tarihi: 11.06.2021 12:20
Yazının Güncellenme Tarihi: 11.06.2021 12:20

Farklı dönemlerde farklı isimlerle anılsa da Filistin’le ilgili problemlerin temeli, Siyonist Yahudiler tarafından arz-ı mevut olarak adlandırılan Mezopotamya coğrafyasında bir İsrail Devleti’nin kurulmasına dair ilk adım olarak toplanan 1897 Siyonist Kongresi’ne dayanır. Haddi zatında bu planı ilk dillendiren 1799 yılında Napolyon Bonapart olmuş ve daha o dönemde Avrupa’nın hâkim güçleri Kenan coğrafyasında bir İsrail Devleti’nin kurulmasının ne denli elzem olduğunu belirtmişlerdir.

Söz konusu coğrafyada Yahudi yerleşiminin peyderpey genişlemesinin ve İsrail yayılmacılığının tarihi ise 1917 yılında yayımlanan Balfour Deklarasyonuyla başlamaktadır. Bu tarihte tüm Ortadoğu coğrafyası Sykes-Picot gizli anlaşmalarıyla Osmanlı’dan ayrılmış ve önce Fransız mandasına bırakılan Filistin coğrafyası daha sonra birtakım pazarlıklar neticesinde İngilizlere devredilmiştir. İngilizler bölgede bir İsrail devletinin kurulması için canhıraş biçimde uğraşmış, dünyanın farklı yerlerinden Yahudileri bölgeye iskân etmek için her türlü teşvik ve zorlamayı gerçekleştirmişlerdir. Öyle ki bölgenin tamamen hali ve mümbit bir arazi olduğu yönünde medya organlarında büyük propagandalar yapılmış ve bu yalan haberlerin de tesiriyle Yemen’den Fas’a Polonya’dan Rusya’ya kadar pek çok kültür ve coğrafyadan Yahudi –neyle karşılaşacaklarını bilmedikleri- bir maceraya sürüklenmişlerdir.

Ne var ki ortam akın akın gelenlerin düşündükleri gibi değildir. Bölgenin sahipleri vardır ve bu sahipler yeni gelen göçmenleri hiç de hoş karşılamamışlardır. 1930’lu yıllar işgalci Yahudi yerleşimciler ile Arap mukimler arasında ciddi çatışmalara sahne olmuştur. Bu dönemde gözü dönmüş Yahudilerin bölgede yarattığı vahşet ve tecavüzlerden dolayı İngiliz mandası yeni yerleşim alanlarının açılmasını kısa süreliğine de olsa engellemiş, bunun üzerine fanatik Yahudiler İngiliz askerlerine saldırmışlar ve hatta bir Amerikan gemisini bilinçli bir şekilde bombalamışlardır. Bu dönemde ve sonrasında her ne kadar farklı coğrafyalardan bölgeye akın olsa da Avrupa’daki hele hele Almanya ve civarındaki Yahudiler, Filistin coğrafyasına hiç iltifat etmemişlerdir. Zira onlar Avrupa’da sermayeyi elinde tutan ve refah içinde yaşayan bir güruhtur. Tam da bu nedenle Hitler, ikinci dünya savaşı esnasında Holokost olarak anılan Nazilerin Yahudi soykırımını gerçekleştirmiştir. Soykırım neticesinde geride kalan Yahudiler, Almanya, Polonya ve Macaristan gibi ülkeleri terk ederek güvenli liman olarak gördükleri Mezopotamya’ya zorunlu göç dalgaları gerçekleştirmişlerdir.

1947 yılında İngiliz mandasının bölgeden çekilme kararı, 1948 yılında İsrail devletinin kurulması daha sonra gerçekleşen 1948, 1967 ve 1973 savaşları hep Siyonist genişlemeye imkân veren dönüm noktaları olmuştur.  Mısır liderliğinde oluşturulan Arap koalisyonları İsrail’in teknolojik üstünlük taşıyan ve ABD desteğiyle donanan askeri karşısında bir varlık gösterememiştir. Ne var ki 1967 yılında BM, iki devletli çözüm önermiş ve bu öneri her iki tarafça kabul görmemiştir. Bu dönemde İsrail, Yahudilerin savaş öncesi yaşadıkları yere dönmesine müsaade ederken, savaş sonrasında Filistinlilere kendi bölgelerine dönüş imkânı vermemiştir.   Üst üste yenilgilerden sonra İsrail baskısının artması Aralık 1987’de başlayıp 1993 Oslo Anlaşmasının imzalanmasına kadar süren Birinci İntifada ve Eylül 2000’de başlayıp 2005’e kadar süren İkinci İntifadanın pek çok nedeni mevcuttur.  Haddizatında 1967 yılında gerçekleşen Altı Gün Savaşlarında İsrail’in Batı Şeria, Gazze Şeridi, Kudüs ve Sina Yarımadası’nı ele geçirmesi, Filistin nüfusunun hızla artmasına rağmen işsizlik ve yoksulluğa mahkûm olması, İsrail’in toplu tutuklamaları, mütemadiyen genişleyen toprak gaspları, keyfi öldürmeleri ve Ürdün ve Lübnan’a yapılan sürgünler bu nedenler arasında yer almaktadır. Bu arada Yaser Arafat’ın 1974 yılında BM kürsüsünden yaptığı şu deklarasyon tüm bu süreçlerin yaşanmasında etkin bir rol oynamıştır: "Bugün buraya bir elimde zeytin dalı diğerinde özgürlük savaşçısının silahı ile geldim. Zeytin dalımın elimden düşmesine izin vermeyin!"

 

Her iki intifada neticesinde Filistin açısından olumlu sonuçlar alındı. Bunların başında Filistinlilerin Madrid Konferansı ve Oslo Anlaşmalarına katılmalarını sağlaması gelmektedir. Öte yandan bu ayaklanmalar Filistin lehine uluslararası bir farkındalığın oluşmasına neden oldu ve sorunun iki tarafı olduğu belirgin hale geldi. Yaser Arafat ılımlı bir lider olarak 1988 Filistin illi Konseyinde İsrail’in meşruiyetini, 1947’den beri oluşan BM çözüm önergelerini tanıdı ve iki devletli çözümü destekler hale geldi. O günden bugüne en büyük İsrail saldırısı –kara harekâtıyla birlikte- 2014 yılında yaşandı. Bugüne geldiğimizde ise Ramazan Ayının Kadir gecesinde Mescidi Aksa’da ibadet edenlere İsrail saldırılarıyla beraber çatışma tetiklendi. Bu anlamda görünür ilk neden, Mescidi Aksa’nın uzun süreden beri ablukaya alınmış olması, Hamasın verdiği süre içinde ibadete açılmaması ve cemaate doğrudan saldırının gerçekleşmesiyle başladı. Olaylar aynı zamanda İsrail devletinin kurulduğu ve Kudüs Günü olarak kutlanan 14 Mayıs’a ve Filistin’in Nekbe (Büyük Felaket) olarak adlandırdığı döneme tesadüf ettirildi. Süreç olarak baktığımızda Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımlaması, pek çok ülkenin büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması ve Golan Tepelerinin İsrail’e verilmesi Netanyahu’nun kendi şahsında büyük bir güç vehmetmesine neden oldu. Hâlbuki Trump’ın bu keyfi kararı, 1967 BM karalarıyla çelişmekteydi. Zira BM Kudüs’e uluslararası bir statü tanımaktaydı.

Tüm bunların ötesinde Netanyahu’nun dört defa yapılan seçimlerde bir türlü istediği başarıyı elde edememesi ve hükümeti kuramaması bu şiddet sarmalını tercih etmede ekili oldu. Zira bu şiddetle birlikte aşırı sağcı ve maksimalist kesimleri kendine çekecek ve seçimlerde daha büyük bir oy oranına ulaşacaktı. İkinci neden, bölgede İsrail’in güvenliğini tehdit eden bir güç olarak gördüğü İran’la ABD’nin nükleer müzakere sürecini akamete ve sekteye uğratma çabası olarak görülmektedir. Üçüncü neden ise, Tanrı’yı kıyamete zorlama ve Büyük İsrail Projesi kapsamında Gazze’yi alarak bölgede Filistin varlığına son vermek ve Mescidi Aksa’yı yıkarak Süleyman Mabedini kurmak şeklinde özetlenebilir.

Kuşkusuz bu çılgın teşebbüsü kolaylaştıran ya da Netanyahu’ya cesaret veren farklı olgular da mevcuttur. Bunların başında Arap baharıyla birlikte İsrail’e mukavemet edebilecek Saddam Hüseyin, Kaddafi, Mübarek gibi tüm bölge liderlerinin elimine edilmesi gelmektedir. İkinci neden ise İslam dünyasının içine düştüğü acziyettir. Zira bugün en zengin İslam devletleri İbrahim Anlaşması ile İsrail’le normalleşme sürecine girmiş ve İsrail’e tabi olarak bu azgın devlete moral destek sağlamaktadırlar. Örneğin BAE 1.5 milyar dolarlık bir enerji anlaşması imzalayarak İsrail’le ilk ekonomik ilişkiye giren ülke olmuştur. Öte yandan İslam ülkeleri henüz bağımsızlığına ve demokratik kurum ve kuruluşlara kavuşamamış durumdadır. Öyle ki halkların kalbi Filistin’le atarken yöneticiler İsrail’le ilişkileri derinleştirme arayışıyla meşguldürler. Halkı Müslüman olan 57 ülkenin dünya ekonomisine katkısı yüzde 7 civarındadır ve innovasyon, teknoloji ve bilim alanında İslam dünyasının küresel sisteme katkısı yok denecek seviyededir. Öte yandan gene İslam dünyası maruz bırakıldığı kimlik siyasetinin dışına çıkamayarak ırk, mezhep temelli ciddi bölünmeler ve kutuplaşmalar yaşamaktadır. Aynı zamanda buna sınır ve kaynak paylaşımındaki ihtilaflar da eklemlenebilir.   

Mesele önce Arap-İsrail ihtilafı diye adlandırılırken daha sonra Filistin-İsrail sorunu olarak tanımlanmaya başlandı. Haddizatında bu İsrail’in istediği bir sınırlamayı içermekteydi. Ölçekle beraber tehdidi de daraltmak isteyen İsrail, sırf bu nedenle Mısır’ın arabuluculuğuna toleransla yaklaşırken Türkiye’yi devreye sokmamaya özen gösterdi. Bu gerçekten hareketle, meselenin dünyaya takdim edilmesinde bizin bu hataya düşmememiz icap etmektedir. Bu sorun kesinlikle bir din, mezhep, siyaset ve ideolojiye tahsis edilmemelidir. Zira bu konu, tüm insanlığın ve uluslararası toplumun gündeminde yer almalıdır. Nitekim Human Rights Watch, İsrail’in insanlığa karşı bir savaş suçu işlediğini kayda geçirmiştir. Bu nedenle kutsal mekân üzerinden, dini motiflerle ve İslam-Yahudi karşıtlığıyla ihtilafı tanımlamak ancak İsrail’in menfaatine muvafık düşmektedir. Olaya bu perspektiften bakınca çözümün bir parçası olabilecek Hıristiyanlar veya dini inanç taşımayanlar karşı bloka itilmektedir. Hâlbuki İsrail’deki vakıfların yüzde kırkı Ortodoksların elindedir ve onlar da İsrail zulmünden etkilenmektedir. Kaldı ki altı çizilmesi gereken ene önemli unsur, asıl kutsal olanın insan ve insan canı olduğunun vurgulanmasıdır. Mücadelenin ise tüm insanlığın vicdanına hitap eden bir insan hakları mücadelesi olduğunun şiddetle altının çizilmesidir.

Öte yandan Kudüs her üç semavi din bakımından kutsal kabul edilmektedir ve bu şehrin uluslararası toplum tarafından yönetilmesi pek çok defa gündeme gelmiştir. Zira ortada bir zalim ve gittikçe güç kaybeden mazlum bir halk vardır. Bu bakımdan Hamas’ın attığı füzeler üzerinden mağduriyet yaratmaya çalışan İsrail, nefsi müdafaa argümanında hiç de inandırıcı değildir. Zira BM’ye göre nefsi müdafaa, orantılı ve sivil halka zarar vermeden yapılabilir. BM’in 1951 yılında aldığı meşru müdafaayı tanımlayan madde oldukça sarihtir. Nitekim Türkiye 2015 yılında PKK’nın hendek siyaseti uyguladığı ve Türk şehirlerini kantonlaştırmaya çalıştığı dönemde sivil ve masumların ölmesine mani olmak için hava harekâtı düzenlememiş ve sırf bu yüzden yedi yüzün üzerinde askerini şehit vermek zorunda kalmıştı. Küçücük bir alan olan Gazze’nin bombardımana tabi tutulması, sözde suçlu olarak görülen Hamas’ın üst düzey komutanlarının yanı sıra 67 masum çocuğunda ölmesini beraberinde getirdi.  

Tam da bu noktada ihtilafın hukuki boyutuna ve uluslararası örgütler bazında neler yapılabileceğine baktığımızda, Human Rights Watch’ın İsrail’in sergilediği zulmü, Güney Afrika’dan aşina olduğumuz aparthaid (ırk ayrımcılığı) ile tanımladığını görmekteyiz. 2015’te Filistin Otoritesi’nin müracaatıyla harekete geçen Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) insanlığa karşı suç işlendiğini kayda geçirmiş ve -ABD’nin yargıçlar üzerinde oluşturduğu baskı ve tehdide rağmen- İsrail’in üst düzey komutan ve siyasetçilerini savaş suçlusu ilan etti. Nitekim 2017 yılında Trump’ın Kudüs’ü başkent ilan eden hukuksuz adımı da Türkiye’nin girişimiyle Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kahir ekseriyetle akamete uğratıldı.

Kaldı ki İsrail, Lahey ve Cenvere Sözleşmelerine göre insanlığa karşı suç işlemekte, ibadet ve mülkiyet özgürlüğüne engel olmaktadır. Şeyh Cerrah Mahallesi başta olmak üzere Mescidi Aksa civarını Yahudileştirmek arzusunda olan İsrail, teopolitik kaygılarla Mescidi Aksa’yı yıkıp buraya Süleyman Mabedi inşa etmek, kaosu artırarak Tanrı’yı kıyamete zorlamak inancıyla hareket etmektedir. Hıristiyan Siyonistlerin (Evanjelik) sahip olduğu bu sapkın inanışa göre bölgede kaos ve anarşi kıyameti getirecek ve bin yıl sürecek Tanrı’nın Krallığı bu sayede kurulacak. Davut yıldızını bayrağının ortasına yerleştiren İsrail, üst ve alta koyduğu mavi şeritle Nil’den Fırat’a kadar kurulacak bir devlet hayalini (Büyük İsrail Projesi) açıkça ortaya koymaktadır. 1948 ve 1967’de BM’nin Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti ilan eden ve iki devletli çözümü karara bağlayan deklarasyonlarına İsrail, uymamakta ısrarcı davranmaktadır. 1967 Anlaşmasına göre mültecilerin kendi topraklarına dönmesi kararına da İsrail uymamıştır. Yayılmacılığı, soykırımı ve işgalciliği devlet politikası olarak benimseyen İsrail’in sınırlarının -Cumhurbaşkanımızın BM Genel Kuruluna hitabında da belirttiği gibi- nerede başlayıp nerede bittiği belirsizliğini korumaktadır. Bu şiddet sarmalıyla İsrail, İslam dünyasının acziyetini ortaya koymakta, İran nükleer müzakerelerin zora sokmakta ve Türkiye’nin Mısır’la normalleşmesi huşunda ön almaktadır. Ancak bu defa Netanyahu’nun beklemediği şeyler olmuş, Hamas meşhur Demir Kubbeyi (Iron Dome) delmiş, Aşkelon’dan Yafa’ya geniş bir alana ulaşan Hamas füzeleri İsrail halkının devletine duyduğu güveni tarumar etmiştir. Buna ilaveten Batı Şeria’da yaşayan ve daha önce hiçbir direnişe destek vermeyen İsrail vatandaşı Araplar ayaklanmış, zor durumda kanlan Biden saldırının bir an önce bitirilmesi için baskı yapmış ve dünya kamuoyu Siyonist zulmüne karşı daha fazla hassasiyet göstermiştir.

Türkiye’nin yoğun ve süreklilik arz eden diplomasi trafiği neticesinde BMGK toplanmış, BM genel Kurul başkanı Volkan Bozkır’ın ve katılan üye devletlerin desteğiyle ateşkes sağlanmıştır. Ne var ki Netanyahu saldırıdan beklediği hedeflere ulaşamamış, hükümeti kuracak şekilde aşırı sağın desteğini alamamış ve –son günlerde- Neftali Bennett’in Netanyahu’nuın yerini alacağı ve İsrail vatandaşı Arapların da temsil edileceği bir koalisyonun hükümet edeceği beklentisi güçlenmiştir. Nitekim Netanyahu’nun kendi Arap vatandaşlarını da dışlayan ırkçı vatandaşlık yasası ters tepmiş ve İsrail içerisinde pek çok kesim Filistin’e destek verir hale gelmiştir. Ayrıca uluslararası hukuk işgal edilen yerleri ilhak etme hakkını tanımamış ve işgal yönetiminin yerleşim planları dâhil aldığı hiçbir kararın geçerli olmadığını ilan etmiştir.

Türkiye ne yapmalı sorusuna cevap olarak, öncelikle Türkiye’nin Netanyahu’nun yerine gelecek yönetimle kesinlikle normalleşme süreci içerisine girmemesi gerekir diyebiliriz. Zira yeni gelecek isim de Netanyahu gibi soykırımcı, radikal ve ırkçı bir isimdir. Uluslararası toplumla birlikte hareket ederek Türkiye, Kudüs’ü “uluslararası koruma” altına aldırmalı ve buraya uluslararası müdahaleye zorlamalıdır. Nitekim Türkiye bunu Bosna Savaşında sağlamıştır. Kıbrıs’a 1974’te müdahale etmeseydi Kıbrıs da Filistin olacaktı. Gene atılacak stratejik bir adım olarak Filistin’le Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşması imzalanmalıdır. Mısır’la normalleşme süreci hızlandırılarak Suudi Arabistan’ı da dâhil ederek bundan sonraki tüm Filistin’i Yahudileştirme politikalarına karşı durulmalıdır. Zira nihai amaç, hiçbir Filistinlinin sınırları dâhilinde yaşamadığı bir İsrail devleti kurmaktır. Burada asıl normalleşmesi gereken İsrail’dir ve bu tutumuyla insanlık için ciddi bir güvenlik sorunu oluşturmaktadır.

Sonuç olarak Osmanlı’nın parçalamamasında etkin rol oynayan ve Büyük İsrail Projesi kapsamında güneydoğu illerimize göz diken bu anlayışa artık dur denilmesi gerekmektedir. Suriye sınırında terör devleti kurma çabası içerisine giren, Doğu Akdeniz politikamızı baltalamaya çalışan, güçlü bir Türkiye’yi tehdit olarak gören ve Türkiye aleyhine algı oluşturmak için ciddi bir lobi oluşturan İsrail’e karşı Türkiye her platformda savaş açmalı ve hareket alanını her fırsatta daraltmalıdır. Türkiye’nin liderlik ettiği Türk Konseyi, Karabağ Zaferinden sonra kurulması planlanan altılı organizasyon ve Doğu Avrupa’da kurulması yakın olan dokuzlu yapı bu kabil kararların alınabileceği uygun platformlar olabilir.                   

     

 

 

 

 

  

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.