Mayıs ayından itibaren Cumhurbaşkanı seviyesinde dile getirilen muhtemel bir Suriye Operasyonu için nefesler tutulmuş gün sayılırken, Tahran ve Soçi’de özellikle Putin’le gerçekleşen görüşmelerin akabinde, Esed rejimiyle normalleşme temayülü gündeme bomba gibi düştü. Haddi zatında Suriye hususunda Türkiye’nin son dönemde ön plana çıkan öncelikleri; Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin oluşturmaya çalıştığı terör devletinin bertaraf edilmesi hususu, Suriyeli göçmenlerin onurlu ve güvenli bir biçimde geri gönderilmesi konusu ve Suriye’nin bütünlüğünün temini meseleleri olmuştur. Özellikle ABD’nin devletleştirmek için binlerce tır dolusu silah desteği verdiği Fırat’ın doğusundaki terörist unsurlar tarafından Türkiye’nin operasyon bölgelerine yapılan saldırılar, özellikle Tel Rıfat ve Münbiç’e bir operasyonu kaçınılmaz kılmaktaydı. Esasen operasyonun startının Irak’ta sürdürülen Pençe Kilit Operasyonlarının tamamlanmasıyla verileceği düşünülmekteydi. Zira PKK/YPG terör örgütü ve bu örgütün elebaşı ABD’nin amacı, Suriye-Irak kuzey koridorunu oluşturmak suretiyle Türkiye’nin Ortadoğu’yla bağını kesmek ve Türkiye’yi baypas ederek Körfez ve Irak doğalgaz ve petrolünü Akdeniz üzerinden Avrupa’ya ulaştırmaktır.
Ne var ki tüm bu kaygıları gidermek için gereken operasyona Türkiye’nin ve İslam dünyasının en büyük düşmanı olan İran başta olmak üzere, Rusya, ABD, Esed rejimi ve bölgede zımni varlık gösteren Avrupa Birliği ülkeleri tamamen karşıydı. Zira söz konusu Tel Rifat ve Münbiç operasyonu başarıyla tamamlanırsa Türkiye, Halep başta olmak üzere stratejik önem taşıyan M-4 ve M-5 karayollarında hakimiyet kurması muhtemel hale gelecekti. Öte yandan Rusya’nın hakimiyet alanında yer alan Fırat’ın batısının Türkiye’nin denetimine geçmesi durumunda, Fırat’ın batısındaki ABD mevcudiyeti de ciddi bir tehdit altına girecekti. Haşdi Şabi gibi terör örgütleri üzerinden bölgede sömürü ve istismarını sürdüren İran ise Ukrayna savaşından dolayı bölgede Rus varlığının azalmasından dolayı endişe yaşamaktaydı. Öyle ki Rusya’nın Ukrayna cephesinde cephanesini önemli ölçüde tüketmesi nedeniyle Suriye’den S-300 hava savunma sistemini çekmesi İran-Esed rejimi ve Rusya arasındaki kirli işbirliğini gittikçe zayıflatmaktaydı. Öte yandan Türkiye ise 1 milyon Suriyeli mülteciyi yerleştirmek için güvenli bir alan ihtiyaç duymakta ve daha da önemlisi güney sınırından kaynaklanan güvenlik sorunlarını gidermek mecburiyetindeydi.
Operasyonla ilgili bu kabil mülahazalar yapılırken ve Türkiye’nin gündeminde hiç yokken apansız Esed rejimiyle normalleşme tartışmasının doğmasının ana nedeni, Rusya’nın bölgeden önemli ölçüde çekilmek durumunda kaldığı bir dönemde Türkiye’ye alan açmak için bu normalleşmeyi şart koşmasıydı. Zira Rusya bir yandan kendisini boğan ekonomik ambargolardan kurtuluş için bir nefes borusu olarak gördüğü Türkiye’nin endişelerini gidermek istiyor ama öte yandan da Suriye’de Tartus ve Himeymim başta olmak üzere kendisine hava, kara ve deniz üssü veren ve Rus varlığını meşrulaştıran Esed rejimini tahkim etmek istiyordu. Zira Türkiye’nin Esed rejimiyle normalleşmesi Esed rejimi için bir hayat öpücüğü olacak, 11 yıldır kendi masum ve silahsız halkını katleden Esed, meşru ve kalıcı bir lider haline gelecekti. Buna ilaveten iç savaşın başladığı Mart 2011’den itibaren ılımlı muhalefeti ve eski adıyla Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) olan milli orduyu tutarlı bir biçimde destekleyen Türkiye, Esed’le en üst seviyede görüşürse tüm inandırıcılığını yitirecek ve Türkiye’nin tüm operasyonlarda yanında yer alan muhalefetin güvenini kaybedecektir.
Esed rejimi normalleşmek için Türkiye’nin operasyon yaparak kontrol ettiği alanlarda tamamen çekilmesi ve terörist olarak gördüğü Suriye muhalefetini desteklemekten vazgeçmesi ön koşulunu ortaya koymaktadır. Buna ilaveten farklı meşrep ve yönelimlere sahip olan rejim muhaliflerin tek sığınağı olan İdlib’teki Türk askeri varlığının da geri çekilmesi bu şartlara eşlik etmektedir. Türkiye’nin en başta belirttiğimiz Suriye’deki milli güvenlik öncelikleri bakımından normalleşme sürecine baktığımızda Esed’le oek de müzakere ortamı oluşmayacağı açıkça görülmektedir. Şöyle ki Türkiye’nin en büyük önceliği olan PKK/YPG devletinin engellemesi huşuna baktığımızda Esed’in bu terör örgütüyle gayet iyi ilişkilere sahip olduğu ve hatta Haseke’de PKK/YPG tarafından çıkarılan petrolün Esed rejimi tarafından satın alındığı görülmektedir. Gerek ABD’nin ve gerekse Rusya’nın PKK/YPG’yi terör örgütü olarak görmemesi durumunun aynen Esed rejimi için de geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Burada ilginç bir durum da söz konusudur. ABD’yi Büyük Şeytan olarak niteleyen İran’a bağlı terör örgütü Haşdi şabi ile PKK/YPG arasında çok yoğun bir işbirliği vardır. Bu durum –zaten bildiğimiz bir gerçeği yeniden ispat ederek- haddizatında İran’ın ABD ve İsrail’in emir ve talimatlarıyla hareket ederek bölgede İsrail ve ABD’ye meşruiyet kazandırdığı gerçeğini gözler önüne sermektedir. Buna bağlı olarak Suriye’nin bütünlüğü meselesine baktığımızda Esed rejiminin Suriye’nin bütünlüğünü korumak gibi bir önceliğinin olmadığı sonucuna varmaktayız. Zira Esed hem bölge ülkesi olmayan ABD ve Rusya’yı davet ederek kendi ikbalini garanti altına almak için ülkesinin bölünmesine rıza göstermiş ve hem de İran’ı denkleme dahil ederek terör ve anarşiyi ülkesine hakim kılmıştır. Esed’in önceliği Halep ve Şam’la sınırlı bir Nusayri devletini sımsıkı elinde tutmaktır. Geldiğimiz noktada bunu başardığı da gözlemlenmektedir. Nitekim yakın zamanda Arap Ligi başta olmak üzere bazı uluslararası kurum ve kuruluşların Esed rejimini Suriye’nin meşru otoritesi olarak kabul etmeye hazır oldukları anlaşılmaktadır.
Ne var ki yeni bir Anayasa yazarak Suriye’yi merkezi ve tek bir devlet haline dönüştürmeyi amaçlayan ve Cenevre’de devam eden görüşmeleri baltalayan en önemli aktör Esed’in bizatihi kendisidir. Son olarak Türkiye’de yaşayan ve sayıları dört milyonu bulan Suriyeli mültecilerin onurlu ve güvenli bir biçimde geri dönmeleri Esed’in asla kabul edemeyeceği bir kabus senaryosudur. Zira özellikle Suriye’nin kuzeyinde yaşayan ve rejimine muhalif olan Sünni Arap, Kürt ve Türkmenleri bombalayan, bu insanları anne babalarının gözü önünde katleden Esed, demografinin değişmesinden oldukça memnundur. Döndükleri zaman Esed’e muhalefeti sürdürecek olan ve demokratik bir seçim yapılması durumunda kendine oy vermeyeceği kesinlik taşıyan bu insanları Esed’in kabul etmesi için hiçbir neden bulunmamaktadır. Kaldı ki en yakınlarını katleden ve sözüne asla güvenilmeyecek olan katil ve diktatör Esed’in yönetimde kaldığı müddetçe Türkiye’nin mültecilerin geri dönmesi asla mümkün değildir. Zira bu insanların hayatını garanti etse bile geri dönenleri Esed’in toplu bir katliama tabi tutmaması ihtimal dahilinde değildir. Tüm bu nedenlerden dolayı Esed rejimiyle Türkiye arasında bir normalleşmenin gerçekleşmesi eşyanın tabiatına aykırıdır ve Esed’le Erdoğan arasında hiçbir zaman bir görüşme/müzakere olmayacaktır. Zira müzakere karşılıklı al-ver mantığına dayanır. Halihazır jeopolitik konjonktürde liderler seviyesinde yapılacak bir müzakere, Türkiye’ye ancak felaket getirir.
Sonuç olarak Esed’le müzakere Esed rejiminin Türkiye tarafından tanınmasına ve bu köhnemiş yapının kalıcı olmasına imkan tanırken Türkiye’nin uluslararası itibarını sıfırlayacak ve ulusal güvenliğimizi bir yüzyıl daha tehdit altına alacaktır. Tek çözüm, Birleşmiş Miletlerin gözetim ve denetimi altında savaş öncesi demografyaya geri dönülmesi ve kalıcı barışın temini için uluslararası bir inisiyatifin başlatılmasıdır. Türkiye’nin bir an önce yapması gerekense Münbiç, Aynel-Arap ve Tel Rifat’ı kapsayan operasyonu -şartlar müsaitken ve kış gelmeden- ivedilikle gerçekleştirmek olmalıdır.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Prof. Hüsamettin İnaç
Esed rejimiyle normalleşme mümkün mü?
Mayıs ayından itibaren Cumhurbaşkanı seviyesinde dile getirilen muhtemel bir Suriye Operasyonu için nefesler tutulmuş gün sayılırken, Tahran ve Soçi’de özellikle Putin’le gerçekleşen görüşmelerin akabinde, Esed rejimiyle normalleşme temayülü gündeme bomba gibi düştü. Haddi zatında Suriye hususunda Türkiye’nin son dönemde ön plana çıkan öncelikleri; Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin oluşturmaya çalıştığı terör devletinin bertaraf edilmesi hususu, Suriyeli göçmenlerin onurlu ve güvenli bir biçimde geri gönderilmesi konusu ve Suriye’nin bütünlüğünün temini meseleleri olmuştur. Özellikle ABD’nin devletleştirmek için binlerce tır dolusu silah desteği verdiği Fırat’ın doğusundaki terörist unsurlar tarafından Türkiye’nin operasyon bölgelerine yapılan saldırılar, özellikle Tel Rıfat ve Münbiç’e bir operasyonu kaçınılmaz kılmaktaydı. Esasen operasyonun startının Irak’ta sürdürülen Pençe Kilit Operasyonlarının tamamlanmasıyla verileceği düşünülmekteydi. Zira PKK/YPG terör örgütü ve bu örgütün elebaşı ABD’nin amacı, Suriye-Irak kuzey koridorunu oluşturmak suretiyle Türkiye’nin Ortadoğu’yla bağını kesmek ve Türkiye’yi baypas ederek Körfez ve Irak doğalgaz ve petrolünü Akdeniz üzerinden Avrupa’ya ulaştırmaktır.
Ne var ki tüm bu kaygıları gidermek için gereken operasyona Türkiye’nin ve İslam dünyasının en büyük düşmanı olan İran başta olmak üzere, Rusya, ABD, Esed rejimi ve bölgede zımni varlık gösteren Avrupa Birliği ülkeleri tamamen karşıydı. Zira söz konusu Tel Rifat ve Münbiç operasyonu başarıyla tamamlanırsa Türkiye, Halep başta olmak üzere stratejik önem taşıyan M-4 ve M-5 karayollarında hakimiyet kurması muhtemel hale gelecekti. Öte yandan Rusya’nın hakimiyet alanında yer alan Fırat’ın batısının Türkiye’nin denetimine geçmesi durumunda, Fırat’ın batısındaki ABD mevcudiyeti de ciddi bir tehdit altına girecekti. Haşdi Şabi gibi terör örgütleri üzerinden bölgede sömürü ve istismarını sürdüren İran ise Ukrayna savaşından dolayı bölgede Rus varlığının azalmasından dolayı endişe yaşamaktaydı. Öyle ki Rusya’nın Ukrayna cephesinde cephanesini önemli ölçüde tüketmesi nedeniyle Suriye’den S-300 hava savunma sistemini çekmesi İran-Esed rejimi ve Rusya arasındaki kirli işbirliğini gittikçe zayıflatmaktaydı. Öte yandan Türkiye ise 1 milyon Suriyeli mülteciyi yerleştirmek için güvenli bir alan ihtiyaç duymakta ve daha da önemlisi güney sınırından kaynaklanan güvenlik sorunlarını gidermek mecburiyetindeydi.
Operasyonla ilgili bu kabil mülahazalar yapılırken ve Türkiye’nin gündeminde hiç yokken apansız Esed rejimiyle normalleşme tartışmasının doğmasının ana nedeni, Rusya’nın bölgeden önemli ölçüde çekilmek durumunda kaldığı bir dönemde Türkiye’ye alan açmak için bu normalleşmeyi şart koşmasıydı. Zira Rusya bir yandan kendisini boğan ekonomik ambargolardan kurtuluş için bir nefes borusu olarak gördüğü Türkiye’nin endişelerini gidermek istiyor ama öte yandan da Suriye’de Tartus ve Himeymim başta olmak üzere kendisine hava, kara ve deniz üssü veren ve Rus varlığını meşrulaştıran Esed rejimini tahkim etmek istiyordu. Zira Türkiye’nin Esed rejimiyle normalleşmesi Esed rejimi için bir hayat öpücüğü olacak, 11 yıldır kendi masum ve silahsız halkını katleden Esed, meşru ve kalıcı bir lider haline gelecekti. Buna ilaveten iç savaşın başladığı Mart 2011’den itibaren ılımlı muhalefeti ve eski adıyla Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) olan milli orduyu tutarlı bir biçimde destekleyen Türkiye, Esed’le en üst seviyede görüşürse tüm inandırıcılığını yitirecek ve Türkiye’nin tüm operasyonlarda yanında yer alan muhalefetin güvenini kaybedecektir.
Esed rejimi normalleşmek için Türkiye’nin operasyon yaparak kontrol ettiği alanlarda tamamen çekilmesi ve terörist olarak gördüğü Suriye muhalefetini desteklemekten vazgeçmesi ön koşulunu ortaya koymaktadır. Buna ilaveten farklı meşrep ve yönelimlere sahip olan rejim muhaliflerin tek sığınağı olan İdlib’teki Türk askeri varlığının da geri çekilmesi bu şartlara eşlik etmektedir. Türkiye’nin en başta belirttiğimiz Suriye’deki milli güvenlik öncelikleri bakımından normalleşme sürecine baktığımızda Esed’le oek de müzakere ortamı oluşmayacağı açıkça görülmektedir. Şöyle ki Türkiye’nin en büyük önceliği olan PKK/YPG devletinin engellemesi huşuna baktığımızda Esed’in bu terör örgütüyle gayet iyi ilişkilere sahip olduğu ve hatta Haseke’de PKK/YPG tarafından çıkarılan petrolün Esed rejimi tarafından satın alındığı görülmektedir. Gerek ABD’nin ve gerekse Rusya’nın PKK/YPG’yi terör örgütü olarak görmemesi durumunun aynen Esed rejimi için de geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Burada ilginç bir durum da söz konusudur. ABD’yi Büyük Şeytan olarak niteleyen İran’a bağlı terör örgütü Haşdi şabi ile PKK/YPG arasında çok yoğun bir işbirliği vardır. Bu durum –zaten bildiğimiz bir gerçeği yeniden ispat ederek- haddizatında İran’ın ABD ve İsrail’in emir ve talimatlarıyla hareket ederek bölgede İsrail ve ABD’ye meşruiyet kazandırdığı gerçeğini gözler önüne sermektedir. Buna bağlı olarak Suriye’nin bütünlüğü meselesine baktığımızda Esed rejiminin Suriye’nin bütünlüğünü korumak gibi bir önceliğinin olmadığı sonucuna varmaktayız. Zira Esed hem bölge ülkesi olmayan ABD ve Rusya’yı davet ederek kendi ikbalini garanti altına almak için ülkesinin bölünmesine rıza göstermiş ve hem de İran’ı denkleme dahil ederek terör ve anarşiyi ülkesine hakim kılmıştır. Esed’in önceliği Halep ve Şam’la sınırlı bir Nusayri devletini sımsıkı elinde tutmaktır. Geldiğimiz noktada bunu başardığı da gözlemlenmektedir. Nitekim yakın zamanda Arap Ligi başta olmak üzere bazı uluslararası kurum ve kuruluşların Esed rejimini Suriye’nin meşru otoritesi olarak kabul etmeye hazır oldukları anlaşılmaktadır.
Ne var ki yeni bir Anayasa yazarak Suriye’yi merkezi ve tek bir devlet haline dönüştürmeyi amaçlayan ve Cenevre’de devam eden görüşmeleri baltalayan en önemli aktör Esed’in bizatihi kendisidir. Son olarak Türkiye’de yaşayan ve sayıları dört milyonu bulan Suriyeli mültecilerin onurlu ve güvenli bir biçimde geri dönmeleri Esed’in asla kabul edemeyeceği bir kabus senaryosudur. Zira özellikle Suriye’nin kuzeyinde yaşayan ve rejimine muhalif olan Sünni Arap, Kürt ve Türkmenleri bombalayan, bu insanları anne babalarının gözü önünde katleden Esed, demografinin değişmesinden oldukça memnundur. Döndükleri zaman Esed’e muhalefeti sürdürecek olan ve demokratik bir seçim yapılması durumunda kendine oy vermeyeceği kesinlik taşıyan bu insanları Esed’in kabul etmesi için hiçbir neden bulunmamaktadır. Kaldı ki en yakınlarını katleden ve sözüne asla güvenilmeyecek olan katil ve diktatör Esed’in yönetimde kaldığı müddetçe Türkiye’nin mültecilerin geri dönmesi asla mümkün değildir. Zira bu insanların hayatını garanti etse bile geri dönenleri Esed’in toplu bir katliama tabi tutmaması ihtimal dahilinde değildir. Tüm bu nedenlerden dolayı Esed rejimiyle Türkiye arasında bir normalleşmenin gerçekleşmesi eşyanın tabiatına aykırıdır ve Esed’le Erdoğan arasında hiçbir zaman bir görüşme/müzakere olmayacaktır. Zira müzakere karşılıklı al-ver mantığına dayanır. Halihazır jeopolitik konjonktürde liderler seviyesinde yapılacak bir müzakere, Türkiye’ye ancak felaket getirir.
Sonuç olarak Esed’le müzakere Esed rejiminin Türkiye tarafından tanınmasına ve bu köhnemiş yapının kalıcı olmasına imkan tanırken Türkiye’nin uluslararası itibarını sıfırlayacak ve ulusal güvenliğimizi bir yüzyıl daha tehdit altına alacaktır. Tek çözüm, Birleşmiş Miletlerin gözetim ve denetimi altında savaş öncesi demografyaya geri dönülmesi ve kalıcı barışın temini için uluslararası bir inisiyatifin başlatılmasıdır. Türkiye’nin bir an önce yapması gerekense Münbiç, Aynel-Arap ve Tel Rifat’ı kapsayan operasyonu -şartlar müsaitken ve kış gelmeden- ivedilikle gerçekleştirmek olmalıdır.