Geçtiğimiz günlerde ilgili bakanımız açıkladı, "İhracatımız Temmuz ayında yüzde 8,4 artışla 20 milyar 93 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Böylelikle tarihin en yüksek temmuz ayı ihracat değerine ulaşılmıştır" dedi. İnsanın “Yaşasın, her şey düzelmeye başladı” diyesi geliyor. Küçük çocukları da böyle kandırırız ya, hatta yaptığımızı fark ederlerse “akıllı çocuk, cin gibi” deriz. Sayın Bakan aslında bütün verileri yerine göre belirtti, ama konuşma metnini insanımızın artık başlık dışında bir şey okumadığını bilen birileri hazırlamıştı belli ki. Zira geçen ay ithalatta da yüzde 11,1 ile, dolayısıyla dış ticaret açığında da tüm temmuz aylarının rekorları kırılmıştı, Türkiye dış ticaretinde günde ortalama 400 milyon dolar kaybetmişti. Bu rakam 150 milyon dolarken dahi ciddi şekilde eleştiriyorduk. Hasılı yıllık dış ticaret açığında tüm zamanların rekoruna bir kez daha koşmaktayız. Ülkenin ekonomisi hangilerimizin artık umurundadır bilmiyorum ama Kurtarıcı’nın dış ticaretle alakasının olmadığı belli. Peki neyi kurtarıyor?
İyi ekonomist deyince aklınıza ne geliyor? Biraz daha detaya inelim. “İyi” ne demek? Bu sorunun gerçek cevabını bulmak yıllarımı aldı desem yalan olmaz. Düşünün, “iyi”yi tanımlamaya çalışın. İyi, faydalı, önemli, başarılı benzeri kelimeler ve tersleri tamamen göreceli kavramları anlatmakta. Dolayısıyla birisi için iyi olan bir başkası için tam tersi anlam taşıyor olabilir. Bu nedenle Türkiye’nin “iyi” ekonomistler ve iyi yöneticiler tarafından yönetilmekte olduğu kesin. Asıl mesele kim veya kimler açısından iyi oldukları…
“İyi”, hedefe götüren demek. Bu da kimin hedefinden bahsettiğimize göre değişir.
Geçtiğimiz ay “Kurtarıcı”nın ne zamandan itibaren etkili kararları uygulamaya sokacağından bahsetmiştim. Yazılarımı okuyanlar hatırlar. Buradan yanıldığımı itiraf etmem gerekiyor. Yerel seçimleri bekleyip, “kazları ürkütmeden” seçimi aldıktan sonra bombaların patlatılmaya başlanacağını düşünüyordum. Halbuki aksiyon hemen başladı. Zira düşününce seçimde rakip falan kalmadığını görmek için akıllı olmak bile gerekmiyor.
Yıllar önce 27 Mart 1994 yerel seçimleri öncesi Refah Partisi’nin önlenemez yükselişi karşısında tedbir almak isteyen o zamanın sivil toplum kuruluşlarını hatırlıyorum. Her STK’dan birer ikişer kişi bir araya gelip ortak akıl oluşturmak için bir platform kurmuşlardı. Birbirlerine kendilerini ispatlamaya çalıştıkları için kavgalar çıktı, iki üç toplantıdan fazla yapamadılar ve dağıldılar. Sayın Erdoğan’ın İstanbul belediye başkanlığı da böyle başlamıştı.
Zamanın başbakanı da o zaman 5 Nisan kararlarını almak için muhtemelen seçimi beklemişti. Yine öyle olur sanmıştım ama olmadı. Kur, faiz ve fiyat güncellemeleri birbirini izledi. (Yasak kelimeyi kullanmıyoruz.)
Daha dolar 21 liralardayken “sadece” enflasyon etkisiyle 24 (TÜFE) ve 40 (Yurtiçi ÜFE) lira arasında olması gerektiğini yazmıştım. Ama seçimler öncesinde kurları artırıp insanları rahatsız etmek yanlış olacağı için (doğru ve yanlış da göreceli kavramlardır) her şey seçim sonrasına ertelenmişti.
Gelelim iyi kurtarıcının neyi kurtarmaya çalıştığına… Geçen ay biraz bahsetmiştim. Başarılı bankalar, kredi verdikleri şirket verdikleri parayı çarçur ediyorsa parayı geri isterler. Para ödenemeyecek gibi ise de o şirketi finansal olarak daha iyi takip edebilmek için yetkili yönetim kurulu üyesi atarlar. Bazen bu tür kişilere “kayyum” adı verilir.
Türkiye’nin son 20 yılda oluşturulan yaklaşık 1.2 trilyon dolarlık dış ticaret açığının önemli bir kısmı dış borçlarla finanse edilmekte. Bu paranın ödenmesi de mevcut israf düzeniyle imkânsız gibi görünüyordu. Dolayısıyla bir kurtarıcı atandı.
Toplum için iyi ekonomistlerin yapması gereken şey ancak şu olabilir. Toplumun refahını bozmadan alınacak uzun vadeli tedbirlerle katma değeri yüksek mal veya hizmet üretimine yönelmek ve bu karlı işlemler sayesinde cari açığı zaman içerisinde kapatmak.
Eğer birileri zaten ezilmiş olan ama pek çoğu ezildiğinin farkında olmayan toplumun %70-80 gibi bir kısmına daha da yüklenerek yapısal önlemler almadan bu açığı kapatmaya çalışıyorsa, bu hakikaten son derece harcı alem bir tedbirdir, kısa vadeli amacı vardır ve toplumu düşünmekten çok uzaktır.
Ekonomi ve işletme biliminde verimlilik çok önemli bir kavram. Mesela 80/20 kuralı (Pareto Kuralı da denir) sonuçların %80’inin sebeplerin %20’sinden kaynaklandığını söyler. Bundan yararlanan kuruluşlar hızlı ve etkili bir sonuç almak isterlerse %20’lik kesim ile uğraşırlar. Ne demek istediğimi bir örnekle anlatayım. Eğer gelirlerinizin %80’i gelir getiren kalemlerin %20’sinden geliyorsa, ve 100 adet gelir getiren kaleminiz varsa, 20 adedi 80, 80 adedi de 20 gelir sağlamaktadır. Yani bir tarafta ortalama 4, diğer tarafta ortalama 0,25 gelir vardır. Bunu şöyle açıklayalım; bir kalem 1 gelir sağlarken bir diğeri 16 gelir yaratmaktadır. Yönetim olarak düzeltici bir önlem aldığınızda ve bu önlem %50 gelir artışı sağlayacaksa, bunu düşük kaleme uyguladığınızda 1, bir buçuğa çıkar, sadece 0,5 artar, halbuki 16, 24’e çıkar yani 8 artar. Hangisi daha verimlidir? Sanırım yazmak gerekmiyor.
Türkiye’de alacaklıların alacaklarını tahsil etmekle görevli kurtarıcılar 95/5 gelir dağılım oranına rağmen nüfusun %5’ine değil %95’ine yönelmiş durumda. Emekli maaşları, asgari ücret daha önce de tahmin ettiğimiz gibi en büyük tırpanı yiyor. KDV ve ÖTV oranlarının sıradan ürünlerde ciddi şekilde artırılması da elbette enflasyon üzerinde etkili olur ama zaten önemli baskı altında olduğunu fark eden veya fark edemeyen kesimden daha ne kadar alabilirsiniz ki?
Tahminime göre amaç vatandaşlık bilinci ile en kısa sürede Türkiye’nin dış borcunu önemli oranda tahsil edip görevden af istemek. Sonrasının kimseyi ilgilendirdiğini düşünmüyorum.
Bu arada her ne kadar sıradan insanlar bu yazıları okumuyorsa da, ülkenin gerçek sahiplerinin mümkün olduğunca tedbirli olarak para (kaldı ise) harcamaları, kredi kullanarak yabancı oldukları döviz, faiz, borsa, kripto kumarlarına (bilmeden yatırım yapınca kumar gibi oluyor) girmemelerini ve ayaklarını tam olarak yorganlarına göre uzatmalarını tavsiye ediyorum. Ekonomide biri kazanıyorsa birileri kaybediyordur.
Aslına bakılırsa, seçimin hemen öncesine kadar düşük KMH ve kredi kartı faizleri ile kredi kullanmaya ve tüketimi sürdürmeye alıştırılan halk şu an çok zor durumda. Taksitli nakit avanslar bıçak gibi kesildi. Faiz oranları vergilerle aylık bazda 2 kat arttı. Örneğin, %1,36 faiz (%25 vergi ve fon ile) yıllık maliyet %22,42 iken bu ay faiz (%2,89) ve vergi (%30) artışı ile %55,67’ye geldi. Eskiden olduğu gibi oradan al orayı kapat durumu da kalmadı.
Gelirler yeterince artmadan aşırı zamlar, borç baskısı ve yeni para kaynaklarının kısıtlanması nedeniyle halkın, belli bir partinin üyesi olup özel destek görenler dışında, ciddi şekilde borç ödeme sıkıntısına gireceğini düşünüyorum. Günde 400 milyon dolar kaybetmeye devam ettikçe, muhalif görünen halkın üzerinden silindir ile geçilse de, doğal güzelliklerimiz betona boğulsa da, ormanlarımız çeşitli yöntemlerle orman özelliğini kaybettirilip satılsa da, Türkiye’nin bütün ağaçları katledilip bitki örtüsü maki değil, TOKİ olsa da, dış borçları kapatmaya yetmeyeceği için bir süre sonra sıra kayırılan yandaşlara da gelmek zorunda. İşte asıl kıyamet o zaman kopacak.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Yüce Uyanık
Kurtarıcı neyi kurtarıyor?
İyi ekonomist deyince aklınıza ne geliyor? Biraz daha detaya inelim. “İyi” ne demek? Bu sorunun gerçek cevabını bulmak yıllarımı aldı desem yalan olmaz. Düşünün, “iyi”yi tanımlamaya çalışın. İyi, faydalı, önemli, başarılı benzeri kelimeler ve tersleri tamamen göreceli kavramları anlatmakta. Dolayısıyla birisi için iyi olan bir başkası için tam tersi anlam taşıyor olabilir. Bu nedenle Türkiye’nin “iyi” ekonomistler ve iyi yöneticiler tarafından yönetilmekte olduğu kesin. Asıl mesele kim veya kimler açısından iyi oldukları…
“İyi”, hedefe götüren demek. Bu da kimin hedefinden bahsettiğimize göre değişir.
Geçtiğimiz ay “Kurtarıcı”nın ne zamandan itibaren etkili kararları uygulamaya sokacağından bahsetmiştim. Yazılarımı okuyanlar hatırlar. Buradan yanıldığımı itiraf etmem gerekiyor. Yerel seçimleri bekleyip, “kazları ürkütmeden” seçimi aldıktan sonra bombaların patlatılmaya başlanacağını düşünüyordum. Halbuki aksiyon hemen başladı. Zira düşününce seçimde rakip falan kalmadığını görmek için akıllı olmak bile gerekmiyor.
Yıllar önce 27 Mart 1994 yerel seçimleri öncesi Refah Partisi’nin önlenemez yükselişi karşısında tedbir almak isteyen o zamanın sivil toplum kuruluşlarını hatırlıyorum. Her STK’dan birer ikişer kişi bir araya gelip ortak akıl oluşturmak için bir platform kurmuşlardı. Birbirlerine kendilerini ispatlamaya çalıştıkları için kavgalar çıktı, iki üç toplantıdan fazla yapamadılar ve dağıldılar. Sayın Erdoğan’ın İstanbul belediye başkanlığı da böyle başlamıştı.
Zamanın başbakanı da o zaman 5 Nisan kararlarını almak için muhtemelen seçimi beklemişti. Yine öyle olur sanmıştım ama olmadı. Kur, faiz ve fiyat güncellemeleri birbirini izledi. (Yasak kelimeyi kullanmıyoruz.)
Daha dolar 21 liralardayken “sadece” enflasyon etkisiyle 24 (TÜFE) ve 40 (Yurtiçi ÜFE) lira arasında olması gerektiğini yazmıştım. Ama seçimler öncesinde kurları artırıp insanları rahatsız etmek yanlış olacağı için (doğru ve yanlış da göreceli kavramlardır) her şey seçim sonrasına ertelenmişti.
Gelelim iyi kurtarıcının neyi kurtarmaya çalıştığına… Geçen ay biraz bahsetmiştim. Başarılı bankalar, kredi verdikleri şirket verdikleri parayı çarçur ediyorsa parayı geri isterler. Para ödenemeyecek gibi ise de o şirketi finansal olarak daha iyi takip edebilmek için yetkili yönetim kurulu üyesi atarlar. Bazen bu tür kişilere “kayyum” adı verilir.
Türkiye’nin son 20 yılda oluşturulan yaklaşık 1.2 trilyon dolarlık dış ticaret açığının önemli bir kısmı dış borçlarla finanse edilmekte. Bu paranın ödenmesi de mevcut israf düzeniyle imkânsız gibi görünüyordu. Dolayısıyla bir kurtarıcı atandı.
Toplum için iyi ekonomistlerin yapması gereken şey ancak şu olabilir. Toplumun refahını bozmadan alınacak uzun vadeli tedbirlerle katma değeri yüksek mal veya hizmet üretimine yönelmek ve bu karlı işlemler sayesinde cari açığı zaman içerisinde kapatmak.
Eğer birileri zaten ezilmiş olan ama pek çoğu ezildiğinin farkında olmayan toplumun %70-80 gibi bir kısmına daha da yüklenerek yapısal önlemler almadan bu açığı kapatmaya çalışıyorsa, bu hakikaten son derece harcı alem bir tedbirdir, kısa vadeli amacı vardır ve toplumu düşünmekten çok uzaktır.
Ekonomi ve işletme biliminde verimlilik çok önemli bir kavram. Mesela 80/20 kuralı (Pareto Kuralı da denir) sonuçların %80’inin sebeplerin %20’sinden kaynaklandığını söyler. Bundan yararlanan kuruluşlar hızlı ve etkili bir sonuç almak isterlerse %20’lik kesim ile uğraşırlar. Ne demek istediğimi bir örnekle anlatayım. Eğer gelirlerinizin %80’i gelir getiren kalemlerin %20’sinden geliyorsa, ve 100 adet gelir getiren kaleminiz varsa, 20 adedi 80, 80 adedi de 20 gelir sağlamaktadır. Yani bir tarafta ortalama 4, diğer tarafta ortalama 0,25 gelir vardır. Bunu şöyle açıklayalım; bir kalem 1 gelir sağlarken bir diğeri 16 gelir yaratmaktadır. Yönetim olarak düzeltici bir önlem aldığınızda ve bu önlem %50 gelir artışı sağlayacaksa, bunu düşük kaleme uyguladığınızda 1, bir buçuğa çıkar, sadece 0,5 artar, halbuki 16, 24’e çıkar yani 8 artar. Hangisi daha verimlidir? Sanırım yazmak gerekmiyor.
Türkiye’de alacaklıların alacaklarını tahsil etmekle görevli kurtarıcılar 95/5 gelir dağılım oranına rağmen nüfusun %5’ine değil %95’ine yönelmiş durumda. Emekli maaşları, asgari ücret daha önce de tahmin ettiğimiz gibi en büyük tırpanı yiyor. KDV ve ÖTV oranlarının sıradan ürünlerde ciddi şekilde artırılması da elbette enflasyon üzerinde etkili olur ama zaten önemli baskı altında olduğunu fark eden veya fark edemeyen kesimden daha ne kadar alabilirsiniz ki?
Tahminime göre amaç vatandaşlık bilinci ile en kısa sürede Türkiye’nin dış borcunu önemli oranda tahsil edip görevden af istemek. Sonrasının kimseyi ilgilendirdiğini düşünmüyorum.
Bu arada her ne kadar sıradan insanlar bu yazıları okumuyorsa da, ülkenin gerçek sahiplerinin mümkün olduğunca tedbirli olarak para (kaldı ise) harcamaları, kredi kullanarak yabancı oldukları döviz, faiz, borsa, kripto kumarlarına (bilmeden yatırım yapınca kumar gibi oluyor) girmemelerini ve ayaklarını tam olarak yorganlarına göre uzatmalarını tavsiye ediyorum. Ekonomide biri kazanıyorsa birileri kaybediyordur.
Aslına bakılırsa, seçimin hemen öncesine kadar düşük KMH ve kredi kartı faizleri ile kredi kullanmaya ve tüketimi sürdürmeye alıştırılan halk şu an çok zor durumda. Taksitli nakit avanslar bıçak gibi kesildi. Faiz oranları vergilerle aylık bazda 2 kat arttı. Örneğin, %1,36 faiz (%25 vergi ve fon ile) yıllık maliyet %22,42 iken bu ay faiz (%2,89) ve vergi (%30) artışı ile %55,67’ye geldi. Eskiden olduğu gibi oradan al orayı kapat durumu da kalmadı.
Gelirler yeterince artmadan aşırı zamlar, borç baskısı ve yeni para kaynaklarının kısıtlanması nedeniyle halkın, belli bir partinin üyesi olup özel destek görenler dışında, ciddi şekilde borç ödeme sıkıntısına gireceğini düşünüyorum. Günde 400 milyon dolar kaybetmeye devam ettikçe, muhalif görünen halkın üzerinden silindir ile geçilse de, doğal güzelliklerimiz betona boğulsa da, ormanlarımız çeşitli yöntemlerle orman özelliğini kaybettirilip satılsa da, Türkiye’nin bütün ağaçları katledilip bitki örtüsü maki değil, TOKİ olsa da, dış borçları kapatmaya yetmeyeceği için bir süre sonra sıra kayırılan yandaşlara da gelmek zorunda. İşte asıl kıyamet o zaman kopacak.