Eskiden Ekim ayının son haftası ile Kasım ayının ilk yarısı bizlere çok farklı duygular yaşatırdı. Tıpkı 19 Mayıs gibi. Önce Mayıs ayının soğuğunda gençlik üşümesin diye statlarda 19 Mayıs kutlamaları kaldırıldı. 23 Nisan, 30 Ağustos coşkuları azaltıldı. 29 Ekim bile mümkünse kutlanmayacak hale getirildi.Son hareket de Atatürk’ün okullarda topluca anılabileceği 10 Kasım tarihini ara tatile dahil etmek oldu.
Bu tür yaklaşımlar üçüncü dünya ülkelerinde normal karşılanabilir. Neler artık normal gelmiyor ki? Örneğin, eskiden birisi hapse girdiğinde “Vay, acaba ne yaptı?”, “Girdi ise bir sebebi vardır.” diye düşünürdük. Şimdi herkesin talep üzerine aylarca hapiste yatabileceğini, telef edilebileceğini biliyoruz. Eli kanlı bir cani sokaklarda gezebilir, rüşvet aldığı kesin belli birisi, görevine devam edebilir, hatta terfi bile edebilir. Çok normal geliyor.
Öte yandan, şimdiden ülkenin dış ticaret açığı yaklaşık 75 milyar dolar olmuş. Günde 250-300 milyon dolar kaybediyormuşuz. Ne kadar normal geliyor, değil mi? Hissettiğimiz enflasyon ile devletin en doğru bilgiyi vermesi gereken kurumlarından TÜİK’in fiyat artış oranları arasında dağlar kadar fark var. “Eh çok normal, maaşları TÜİK’e göre artıracaklar düşük göstermeleri doğal” diyebiliyoruz. Duruma göre devletin parasını israf edip kamu zararına neden olanlar tebrik edilip, aslında hiç zarara neden olmayıp farklı görüşte olanlar da içeri atılabilir.
30 yaş üzerindeki bir öğrenci daha önce indirimden yararlanıyorken, sadece yaşı büyük diye bu hakkından mahrum bırakılmasına ve Anayasa’nın iki maddesinin birden ihlal edilmesine normal olarak bakıyoruz. Konu mahkemeden dönüyor. Bu kez “sadece yüksek lisans için indirim geçerli” diyebilmeyi normal görüyoruz. Elek gibi olmuş bir Anayasa’nın eşitlik ilkesini ihlal etmişiz, çok mu?
Kendi yazdığımız kanunlar ve Anayasa’da Anayasa Mahkemesi’ni en üst yargı organı olarak tanımlayıp bize uyan konularda kararlarını tanıyıp, uymayan konularda tanımamak da çok normal. Mesela artık mahkemelerin kimin lehine karar vereceğini çok önceden, hatta kanun, usul bilmeden bile tahmin edebilmek de normal oldu. Meclis’te Avrupa İnsan hakları Mahkemesinin kararlarına uymak için kanun çıkarıp o kanuna uymamak da bizim işimiz.
Üniversiteden mezun olan bir kişinin bitirdiği bölümle ilgili detaylı ve yeterli bilgisinin olduğuna inanmak anormal artık. Ne okuduğuna bakmadan, başladıktan sonra ne verebilirsek, onları öğrenme kabiliyetine ve potansiyeline göre işe almaya karar vermek normal. Üniversiteden çıkıp bütün derslerinin içeriklerini hatırlamak ne mümkün.
Eskiden vizyon belirlemek, hedef koymak ve buna göre ilerlemek normaldi. Şimdi artık anı yaşamak ve yarını düşünmemek normal. Nasıl düşüneceksin ki? Ne olabileceği hakkında en ufak bir fikrin bile yok. (Belki de insanların sürekli stresli ve gergin olmalarının temel sebebi bu belirsizliktir).
Yönetenlerle yönetilenler arasındaki en önemli fark vizyon sahibi olmak olsa gerek. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (O zaman Mustafa Kemal) daha 1919’da memleket parçalanmış, ülke adeta satılmışken Erzurum Kongresi’nin son günü, 7 Ağustos 1919’da Mazhar Müfit Kansu’ya
· Zaferden sonra hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını,
· Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gerekenin yapılacağını,
· Modern kıyafetlerin kullanılacağını,
· Latin harflerinin kabul edileceğini not ettirmişti. Bu vizyonunu da hiçbir engel tanımaksızın sonuna kadar gerçekleştirdi. Böylece modern Türkiye’nin kurucusu oldu.
Büyük Ortadoğu Projesi de öyle. 2003 Irak işgali sonrasında, dönemin ABD Başkanı George W. Bush ve Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Büyük Ortadoğu Projesini açıkladılar. Sonrasında Bush bu projeyi 2004’te G8 zirvesinde resmen gündeme getirdi. Aradan 20 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen bu vizyon hiçbir engel tanımadan ve değişiklik göstermeden devam ediyor. ABD halkı için önemli bir proje.
Elbette birileri için “iyi” olan, bir başkası için “kötü” olabiliyor. Burada mesele ilgili ülkenin bütünü için sonuçta ne olduğu.
Gerçek liderlik kendi halkının yararına olan vizyonu belirleyip engel tanımaksızın o vizyonu gerçekleştirmeye adanmak ile oluyor. O zaman kitleler gerçekten arkaya alınabiliyor. Herkes vizyonun kendisine düşen payına odaklanıp hizalanıyor ve sinerji yaratılıyor. Genellikle muz cumhuriyetlerinde net bir vizyon olmadığı için yöneticilerin bekasına göre günlük vizyon belirleniyor. Akşamdan sabaha verilen kararlar arkadan gelenlerin tereddütte kalmasına, nereye gideceğini bilememesine neden oluyor. Lider bir gün bir şeye “ak” dediğinde arkadan gelenler, hele bir de körü körüne, sadece bireysel çıkar için gidiyorlarsa hep beraber “ak” diyorlar, ertesi gün yönetici aynı şeye “kara” dediğinde ters köşeye yatıyorlar. Bu nedenle de bu tür cumhuriyetlerde yeni bir durum karşısında herhangi bir yorum yapmadan önce hep liderin ne söyleyeceği beklenir. “Ak” derse “ak” denir, “kara” derse “kara”. Sağlam basamayan yöneticileri idare etmek de çok kolaydır. Dolayısıyla karizmatik liderlik, pragmatik liderliği daima yönetmiştir ve yönetecektir. Doğal olarak sürekli değişiklik ve gündem yoğunluğu olduğu için üçüncü dünya ülkelerinde istikrar anormal, standart dışılık normaldir.
O kadar ki, batılı bir ülkede aynı perondaki trene sizinkinin saatinden iki dakika önce binerseniz yanlış trene binip başka yere gidersiniz. Çünkü dakikası dakikasına hareket eder trenler. İzmir’de İzban’a uygulamadan bakıp 7 dakika sonra geleceğini gördüğünüz tren o anda gelebilirken, İstasyon tabelasında 3 dakika sonra geleceğini gördüğünüz tren iptal olmuş olabilir ve 16 dakika sonraki trene binmeniz gerekebilir. “Bunu niye yazdı ki, çok normal.” diye düşündünüz değil mi?
Aslında sadece şu küçük örnek bile son zamanlarda kaybettiğimiz liyakat, insana saygı, adalet, başarı gibi kavramların eksikliğini çok net gösteriyor.
Nesillerdir Türk halkı bir liderin güdümünde olmuş. Bu lidere kaan, hakan, han, şah, padişah, parti başkanı denmiş. Türk halkı hiçbir zaman tek başına kendi geleceği ile ilgili karar almamış. Haksızlıklara önemli bir dolduruş olmadıkça ses de çıkartamamış. Mesela İzmir’deki bir çalışan yazdan önce Karşıyaka’dan Göztepe’deki işine İzban ve metro kullanarak toplam 25 liraya giderken, istasyonlarında yürüyen merdivenleri bile doğru dürüst çalışmayan İzban’ın aktarmadan çıkması ve zamların yapılması ile artık 60 liraya gidiyormuş. Kim ses çıkarabiliyor. Ondandır muhtemelen hala Atatürk’ü özlemek, istemek ve onu unutamamak. Öyle biri gelsin de bizi kurtarsın diye düşünmek. Lloyd George’un lafı önemli. Yüzyıllar çok ender öyle liderler çıkartır. Biz daha çok bekleriz Atatürk gibi büyük bir lideri. Keşke O’nu iyi tanıyabilsek, anlayabilsek, yüzde biri kadar olabilsek. Rotasını bilmeyen kaptana hiçbir rüzgar yardım edemezmiş.
Bazı insanlar altın yumurtlayan tavuk gibidir. O kadar başarılıdırlar ki hem kendilerine hem de çevrelerine büyük katkıda bulunurlar. Bazıları da vardır ki aslında teneke yumurtladıkları halde çevrelerinin de doldurması ile altın yumurtladıklarını zannederler. Onlar da o çevredeki şakşakçıların etkisi birden kesildiğinde sudan çıkmış balık gibi kalakalırlar ve artık birilerinin işine yaramadıklarında, kendilerine sırt çevrilmesi ile altı boş sanal merdivenin en üst basamağından aşağı uçarak düşerler. İş yaşamında liyakatsizce tepelere çıkıp sonra yok olanların yaşadığı budur. Tarih de onları ya unutur, ya da lanetle hatırlar.
Sadece Atatürk değil, onun gibi ülkesi, halkı için en iyiyi hedeflemiş ve başarılı olmuş pek çok lider var binlerce yıllık dünya tarihinde. Türkiye’ye onun gelmiş olması da bizim şansımız. Ona özenen diğer yöneticilerin de liderlikte onun hiç değilse yarısı veya çeyreği kadar olabilmesi dileğiyle…
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Yüce Uyanık
Devenin boynu eğri
Bu tür yaklaşımlar üçüncü dünya ülkelerinde normal karşılanabilir. Neler artık normal gelmiyor ki? Örneğin, eskiden birisi hapse girdiğinde “Vay, acaba ne yaptı?”, “Girdi ise bir sebebi vardır.” diye düşünürdük. Şimdi herkesin talep üzerine aylarca hapiste yatabileceğini, telef edilebileceğini biliyoruz. Eli kanlı bir cani sokaklarda gezebilir, rüşvet aldığı kesin belli birisi, görevine devam edebilir, hatta terfi bile edebilir. Çok normal geliyor.
Öte yandan, şimdiden ülkenin dış ticaret açığı yaklaşık 75 milyar dolar olmuş. Günde 250-300 milyon dolar kaybediyormuşuz. Ne kadar normal geliyor, değil mi? Hissettiğimiz enflasyon ile devletin en doğru bilgiyi vermesi gereken kurumlarından TÜİK’in fiyat artış oranları arasında dağlar kadar fark var. “Eh çok normal, maaşları TÜİK’e göre artıracaklar düşük göstermeleri doğal” diyebiliyoruz. Duruma göre devletin parasını israf edip kamu zararına neden olanlar tebrik edilip, aslında hiç zarara neden olmayıp farklı görüşte olanlar da içeri atılabilir.
30 yaş üzerindeki bir öğrenci daha önce indirimden yararlanıyorken, sadece yaşı büyük diye bu hakkından mahrum bırakılmasına ve Anayasa’nın iki maddesinin birden ihlal edilmesine normal olarak bakıyoruz. Konu mahkemeden dönüyor. Bu kez “sadece yüksek lisans için indirim geçerli” diyebilmeyi normal görüyoruz. Elek gibi olmuş bir Anayasa’nın eşitlik ilkesini ihlal etmişiz, çok mu?
Kendi yazdığımız kanunlar ve Anayasa’da Anayasa Mahkemesi’ni en üst yargı organı olarak tanımlayıp bize uyan konularda kararlarını tanıyıp, uymayan konularda tanımamak da çok normal. Mesela artık mahkemelerin kimin lehine karar vereceğini çok önceden, hatta kanun, usul bilmeden bile tahmin edebilmek de normal oldu. Meclis’te Avrupa İnsan hakları Mahkemesinin kararlarına uymak için kanun çıkarıp o kanuna uymamak da bizim işimiz.
Üniversiteden mezun olan bir kişinin bitirdiği bölümle ilgili detaylı ve yeterli bilgisinin olduğuna inanmak anormal artık. Ne okuduğuna bakmadan, başladıktan sonra ne verebilirsek, onları öğrenme kabiliyetine ve potansiyeline göre işe almaya karar vermek normal. Üniversiteden çıkıp bütün derslerinin içeriklerini hatırlamak ne mümkün.
Eskiden vizyon belirlemek, hedef koymak ve buna göre ilerlemek normaldi. Şimdi artık anı yaşamak ve yarını düşünmemek normal. Nasıl düşüneceksin ki? Ne olabileceği hakkında en ufak bir fikrin bile yok. (Belki de insanların sürekli stresli ve gergin olmalarının temel sebebi bu belirsizliktir).
Yönetenlerle yönetilenler arasındaki en önemli fark vizyon sahibi olmak olsa gerek. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (O zaman Mustafa Kemal) daha 1919’da memleket parçalanmış, ülke adeta satılmışken Erzurum Kongresi’nin son günü, 7 Ağustos 1919’da Mazhar Müfit Kansu’ya
· Zaferden sonra hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını,
· Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gerekenin yapılacağını,
· Modern kıyafetlerin kullanılacağını,
· Latin harflerinin kabul edileceğini not ettirmişti. Bu vizyonunu da hiçbir engel tanımaksızın sonuna kadar gerçekleştirdi. Böylece modern Türkiye’nin kurucusu oldu.
Büyük Ortadoğu Projesi de öyle. 2003 Irak işgali sonrasında, dönemin ABD Başkanı George W. Bush ve Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Büyük Ortadoğu Projesini açıkladılar. Sonrasında Bush bu projeyi 2004’te G8 zirvesinde resmen gündeme getirdi. Aradan 20 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen bu vizyon hiçbir engel tanımadan ve değişiklik göstermeden devam ediyor. ABD halkı için önemli bir proje.
Elbette birileri için “iyi” olan, bir başkası için “kötü” olabiliyor. Burada mesele ilgili ülkenin bütünü için sonuçta ne olduğu.
Gerçek liderlik kendi halkının yararına olan vizyonu belirleyip engel tanımaksızın o vizyonu gerçekleştirmeye adanmak ile oluyor. O zaman kitleler gerçekten arkaya alınabiliyor. Herkes vizyonun kendisine düşen payına odaklanıp hizalanıyor ve sinerji yaratılıyor. Genellikle muz cumhuriyetlerinde net bir vizyon olmadığı için yöneticilerin bekasına göre günlük vizyon belirleniyor. Akşamdan sabaha verilen kararlar arkadan gelenlerin tereddütte kalmasına, nereye gideceğini bilememesine neden oluyor. Lider bir gün bir şeye “ak” dediğinde arkadan gelenler, hele bir de körü körüne, sadece bireysel çıkar için gidiyorlarsa hep beraber “ak” diyorlar, ertesi gün yönetici aynı şeye “kara” dediğinde ters köşeye yatıyorlar. Bu nedenle de bu tür cumhuriyetlerde yeni bir durum karşısında herhangi bir yorum yapmadan önce hep liderin ne söyleyeceği beklenir. “Ak” derse “ak” denir, “kara” derse “kara”. Sağlam basamayan yöneticileri idare etmek de çok kolaydır. Dolayısıyla karizmatik liderlik, pragmatik liderliği daima yönetmiştir ve yönetecektir. Doğal olarak sürekli değişiklik ve gündem yoğunluğu olduğu için üçüncü dünya ülkelerinde istikrar anormal, standart dışılık normaldir.
O kadar ki, batılı bir ülkede aynı perondaki trene sizinkinin saatinden iki dakika önce binerseniz yanlış trene binip başka yere gidersiniz. Çünkü dakikası dakikasına hareket eder trenler. İzmir’de İzban’a uygulamadan bakıp 7 dakika sonra geleceğini gördüğünüz tren o anda gelebilirken, İstasyon tabelasında 3 dakika sonra geleceğini gördüğünüz tren iptal olmuş olabilir ve 16 dakika sonraki trene binmeniz gerekebilir. “Bunu niye yazdı ki, çok normal.” diye düşündünüz değil mi?
Aslında sadece şu küçük örnek bile son zamanlarda kaybettiğimiz liyakat, insana saygı, adalet, başarı gibi kavramların eksikliğini çok net gösteriyor.
Nesillerdir Türk halkı bir liderin güdümünde olmuş. Bu lidere kaan, hakan, han, şah, padişah, parti başkanı denmiş. Türk halkı hiçbir zaman tek başına kendi geleceği ile ilgili karar almamış. Haksızlıklara önemli bir dolduruş olmadıkça ses de çıkartamamış. Mesela İzmir’deki bir çalışan yazdan önce Karşıyaka’dan Göztepe’deki işine İzban ve metro kullanarak toplam 25 liraya giderken, istasyonlarında yürüyen merdivenleri bile doğru dürüst çalışmayan İzban’ın aktarmadan çıkması ve zamların yapılması ile artık 60 liraya gidiyormuş. Kim ses çıkarabiliyor. Ondandır muhtemelen hala Atatürk’ü özlemek, istemek ve onu unutamamak. Öyle biri gelsin de bizi kurtarsın diye düşünmek. Lloyd George’un lafı önemli. Yüzyıllar çok ender öyle liderler çıkartır. Biz daha çok bekleriz Atatürk gibi büyük bir lideri. Keşke O’nu iyi tanıyabilsek, anlayabilsek, yüzde biri kadar olabilsek. Rotasını bilmeyen kaptana hiçbir rüzgar yardım edemezmiş.
Bazı insanlar altın yumurtlayan tavuk gibidir. O kadar başarılıdırlar ki hem kendilerine hem de çevrelerine büyük katkıda bulunurlar. Bazıları da vardır ki aslında teneke yumurtladıkları halde çevrelerinin de doldurması ile altın yumurtladıklarını zannederler. Onlar da o çevredeki şakşakçıların etkisi birden kesildiğinde sudan çıkmış balık gibi kalakalırlar ve artık birilerinin işine yaramadıklarında, kendilerine sırt çevrilmesi ile altı boş sanal merdivenin en üst basamağından aşağı uçarak düşerler. İş yaşamında liyakatsizce tepelere çıkıp sonra yok olanların yaşadığı budur. Tarih de onları ya unutur, ya da lanetle hatırlar.
Sadece Atatürk değil, onun gibi ülkesi, halkı için en iyiyi hedeflemiş ve başarılı olmuş pek çok lider var binlerce yıllık dünya tarihinde. Türkiye’ye onun gelmiş olması da bizim şansımız. Ona özenen diğer yöneticilerin de liderlikte onun hiç değilse yarısı veya çeyreği kadar olabilmesi dileğiyle…