Başlığımız ile ilgili konulara girmeden yine periyodik bilgileri vererek başlamak istiyorum. Son aylarda dış ticaret açığında tüm zamanların rekoruna gitmekte olduğumuzu yazıyorum. Ne yazık ki gerçekleşiyor. Korkarım 2011’de yaşanan tüm zamanların rekoru olan 105 milyar dolarlık dış ticaret açığı rakamını bu yıl geçeceğiz.
TÜİK’in güvenilir verilerine göre Eylül 2022 sonu itibariyle ithalat ile ihracat arasındaki fark 83,1 milyar dolara ulaştı. Aylık olarak da Eylül’de 9.6 milyar dolar açık oluşmuş. Yani günlük olarak yaklaşık 320 milyon dolar kaybetmekteyiz. Bu hız bize 110-120 milyar dolar aralığında bir yıllık dış ticaret açığının bizi beklediğini gösteriyor. Kabaca, hizmet gelir ve giderlerini eşit sayarsak, giderler ile gelirler arasındaki farktan bahsediyorum. “Ne var bunda?” demek yersiz, zira bir bakış açısıyla yerli-yabancı tüm yatırımcılara yapılmaya çalışılan satışlar, bulunmaya çalışılan paralar ve aklımıza gelemeyen, gelse de yazılamayacak pek çok sorun bu açıktan kaynaklanmakta.
Enflasyon verileri de endişe verici hale geliyor. Benim için buradaki temel sorun Yurtiçi Üretici Fiyatları Endeksi (Yi-ÜFE) ile Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) arasındaki fark. Bu fark %60larda iken geçtiğimiz ay %72.18’e çıkmış. Bunun sadece iki anlamı olabilir. Birincisi TÜFE gerçeği yansıtmıyor, yoksa piyasanın aylardır bu yükü kaldırması mümkün olmazdı. Yani kendileri bu maliyet artışına katlanıp tüketici fiyatlarına yansıtmamaları dayanılır gibi değil. Aradaki bu fark muhakkak tüketiciye bir şekilde yansıyacak ve enflasyon tüketici için tam bir felaket yaratacak. Ya da, ikincisi, biri bizi kandırıyor, TÜFE o kadar düşük değil. Tabi ikisi beraber de olabilir.
Fazla uzatmadan başlık konumuza geçelim. Galatasaray Lisesinden devre arkadaşım sevgili Candan Erçetin’in bir şarkısının içinde geçer “Seni ben özlemedim, kedi özledi.”
Nedense bizler olmasından hoşlanmadığımız olayları hep dışarıdan bir başka faktöre bağlamayı seçeriz. Çocuk düşer başını sehpaya vurur, suçlu sehpa dövülür. “Pis sehpa sen mi vurdun oğlumun, kızımın kafasına, al sana, al al!”. Çocuk altını ıslatır. Kedi ıslatmıştır, ya da Miki. Ya da o sırada ne varsa. Çocuk yaptığı olumsuz davranışların sorumluluğunu almamayı öğrenir. “Ben yapmadım, kendisi düştü!”
Sonra okulda iyi notları biz alırız ama kötü notu hoca verir. Kötü notun bahanesi çoktur; hoca takmıştır, herkes kötü almıştır, anlatılmayan yerden sorulmuştur, soru yanlış hazırlanmıştır falan. Ama biz hata yapmamışızdır.
Trafikte kırmızıda geçerken yakalanmışızdır, polise herkesin geçtiğini söyleriz.
İş yerlerinde biz bilgisayarda yanlış yapmayız, sistem çöker. Hataların hiçbirisini biz yapmayız, muhakkak bir başkası yapar. Kötü satış yapmayız, piyasa kötüdür, ya da müşteri anlamak veya almak istemiyordur.
Bunların anlamı aslında tek bir yola çıkar. “Ben aslında hiçbir şeyim. Benim hiçbir gücüm, yetkinliğim yok. O nedenle sorumluluğum da yok. Her ne oluyorsa bunlar başkaları veya dış faktörler nedeniyle oluyor.” Buna reaktif yaklaşım deniyor. Bir çeşit becerememenin sebebini başkalarında aramak, yaşamı başkalarının yaptıklarının bize etkilerine, yönlendirmelerine bağlamak. Reaktif olmanın karşıtı ise proaktif olmak.
Proaktif yaklaşım “Ben önemli ve değerliyim. Sorumluluğum var. Bir şey olacak ise bu bana bağlı.” diye işe başlar. Gerçek başarılı kişilere baktığınızda pek çoğunun proaktif olduklarını görürsünüz. Zira sorumluluk alarak ve bu sorumluluğun gereklerini yerine getirerek yükselmişlerdir. “Başkasının ne düşündüğü, ne yaptığı beni bağlamaz. Hayat benim hayatım. Ben yapmam gerekeni yaparım işime bakarım.” Bunu bencillik değil de liderlik ruhu taşıyan birisinin kendisine inananlarla ilgili hedefleri için yaptığını düşünelim. Tıpkı o zor zamanlarda ne yapacağına çoktan karar vermiş olan o zamanki adıyla Mustafa Kemal’in o ahval ve şerait altında ülkeyi kurtarma mücadelesine girmesi gibi. Ne güzel sözdür: “Sıradan insanlar başkaları ile ilgilenir, liderler sorunlarla.”
Reaktifliğimizin temelinde küçüklükten beri işlenen öz-değer eksikliği yatmakta. Zaten bir görüşe göre ne olacağımız ne yapacağımız, ne gibi sorunlarla karşılaşıp sınanacağımız, ne zaman öleceğimiz hep önceden belli değil mi? Aynı görüş, ne yapacağımıza biz karar veriyormuşuz gibi, iyi işler yaparsak cennete, kötü işler yaptığımızda de cehenneme gideceğimizi söylemiyor mu? Yine aynı görüş her şeyi Allah’ın yaptırdığını da söylemiyor mu? O zaman her birimiz önceden planlanmış aksiyonlarını gerçekleştiren birer oyuncu gibiyiz. Kendi açımızdan da bir hiçiz, bu bir inanç. Bugünü yaşarız, itaat ederiz, rahat ederiz. Bu pek çok kişi için mutluluğun yolu elbette.
Bir başka görüş de cennetin ve cehennemin var ama dünyada da olduğunu savunur. “Ne ekersen onu biçersin” der. Güzel meyve almak istiyorsan bitkiyi gerektiği şekilde ekmelisin. Nasıl ekileceğini öğrenmelisin. Neler yapılması gerektiğini iyi bilmeli ve uygulayabilmelisin. Motive olmalı amacına uygun ve planlı bir şekilde olması gerekenleri yapmalı ve yaptığından da keyif almalısın. Gereğini beceri ile yaptığında tüm dış faktörlere karşı da önlemlerini almış olacağın için meyveyi alman kaçınılmaz olur.
İş yerlerinde de iyi yönetici ile kötü yönetici böyle ayrılmaz mı? Kötü yönetici tüm olumsuz koşullarda bahaneler yaratırken, iyi yönetici tüm olumsuz koşullara bir önlem ya da çözüm bulacak kadar yetkin ve beceriklidir, şirketi her türlü rekabete ve mücadeleye karşı korur, şikayet etmez, bahane bulmaz. Çünkü sorumlu odur.
Son olarak 2007 yılının 10 Kasım’ı için bir bankanın hazırlattığı unutulmaz reklamdan alıntı yaparak ölümünün 84. yılında Yüce Atamızı anmak istiyorum. Atatürk ile küçük çocuğun arasındaki konuşma şöyle biter:
“Sen bırak bunları. Bu gülleri yetiştireceksen canın yanacak, elin kanayacak, güneş seni terletecek, “bu bahçede gül bitmez” diyenler olacak, “gül öyle yetiştirilmez, böyle yetiştirilir” diyenler olacak. Sen kendine şunu soracaksın: “Ben burayı gül bahçesi yapmak istiyor muyum? Ben burada dünyanın en güzel güllerini yetiştirmek istiyor muyum?” Eğer çok istiyorsan ne eline batan diken, ne de söylenenler, seni engellemeye çalışanlar umurunda olmayacak. Kim olursan ol tek isteğin (derin bir nefes alır) şu kokuyu duymak olacak. Anladın mı?”
“Anladım.”
“Aferin sana!”
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Yüce Uyanık
Ben özlemedim kedi özledi
Başlığımız ile ilgili konulara girmeden yine periyodik bilgileri vererek başlamak istiyorum. Son aylarda dış ticaret açığında tüm zamanların rekoruna gitmekte olduğumuzu yazıyorum. Ne yazık ki gerçekleşiyor. Korkarım 2011’de yaşanan tüm zamanların rekoru olan 105 milyar dolarlık dış ticaret açığı rakamını bu yıl geçeceğiz.
TÜİK’in güvenilir verilerine göre Eylül 2022 sonu itibariyle ithalat ile ihracat arasındaki fark 83,1 milyar dolara ulaştı. Aylık olarak da Eylül’de 9.6 milyar dolar açık oluşmuş. Yani günlük olarak yaklaşık 320 milyon dolar kaybetmekteyiz. Bu hız bize 110-120 milyar dolar aralığında bir yıllık dış ticaret açığının bizi beklediğini gösteriyor. Kabaca, hizmet gelir ve giderlerini eşit sayarsak, giderler ile gelirler arasındaki farktan bahsediyorum. “Ne var bunda?” demek yersiz, zira bir bakış açısıyla yerli-yabancı tüm yatırımcılara yapılmaya çalışılan satışlar, bulunmaya çalışılan paralar ve aklımıza gelemeyen, gelse de yazılamayacak pek çok sorun bu açıktan kaynaklanmakta.
Enflasyon verileri de endişe verici hale geliyor. Benim için buradaki temel sorun Yurtiçi Üretici Fiyatları Endeksi (Yi-ÜFE) ile Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) arasındaki fark. Bu fark %60larda iken geçtiğimiz ay %72.18’e çıkmış. Bunun sadece iki anlamı olabilir. Birincisi TÜFE gerçeği yansıtmıyor, yoksa piyasanın aylardır bu yükü kaldırması mümkün olmazdı. Yani kendileri bu maliyet artışına katlanıp tüketici fiyatlarına yansıtmamaları dayanılır gibi değil. Aradaki bu fark muhakkak tüketiciye bir şekilde yansıyacak ve enflasyon tüketici için tam bir felaket yaratacak. Ya da, ikincisi, biri bizi kandırıyor, TÜFE o kadar düşük değil. Tabi ikisi beraber de olabilir.
Fazla uzatmadan başlık konumuza geçelim. Galatasaray Lisesinden devre arkadaşım sevgili Candan Erçetin’in bir şarkısının içinde geçer “Seni ben özlemedim, kedi özledi.”
Nedense bizler olmasından hoşlanmadığımız olayları hep dışarıdan bir başka faktöre bağlamayı seçeriz. Çocuk düşer başını sehpaya vurur, suçlu sehpa dövülür. “Pis sehpa sen mi vurdun oğlumun, kızımın kafasına, al sana, al al!”. Çocuk altını ıslatır. Kedi ıslatmıştır, ya da Miki. Ya da o sırada ne varsa. Çocuk yaptığı olumsuz davranışların sorumluluğunu almamayı öğrenir. “Ben yapmadım, kendisi düştü!”
Sonra okulda iyi notları biz alırız ama kötü notu hoca verir. Kötü notun bahanesi çoktur; hoca takmıştır, herkes kötü almıştır, anlatılmayan yerden sorulmuştur, soru yanlış hazırlanmıştır falan. Ama biz hata yapmamışızdır.
Trafikte kırmızıda geçerken yakalanmışızdır, polise herkesin geçtiğini söyleriz.
İş yerlerinde biz bilgisayarda yanlış yapmayız, sistem çöker. Hataların hiçbirisini biz yapmayız, muhakkak bir başkası yapar. Kötü satış yapmayız, piyasa kötüdür, ya da müşteri anlamak veya almak istemiyordur.
Bunların anlamı aslında tek bir yola çıkar. “Ben aslında hiçbir şeyim. Benim hiçbir gücüm, yetkinliğim yok. O nedenle sorumluluğum da yok. Her ne oluyorsa bunlar başkaları veya dış faktörler nedeniyle oluyor.” Buna reaktif yaklaşım deniyor. Bir çeşit becerememenin sebebini başkalarında aramak, yaşamı başkalarının yaptıklarının bize etkilerine, yönlendirmelerine bağlamak. Reaktif olmanın karşıtı ise proaktif olmak.
Proaktif yaklaşım “Ben önemli ve değerliyim. Sorumluluğum var. Bir şey olacak ise bu bana bağlı.” diye işe başlar. Gerçek başarılı kişilere baktığınızda pek çoğunun proaktif olduklarını görürsünüz. Zira sorumluluk alarak ve bu sorumluluğun gereklerini yerine getirerek yükselmişlerdir. “Başkasının ne düşündüğü, ne yaptığı beni bağlamaz. Hayat benim hayatım. Ben yapmam gerekeni yaparım işime bakarım.” Bunu bencillik değil de liderlik ruhu taşıyan birisinin kendisine inananlarla ilgili hedefleri için yaptığını düşünelim. Tıpkı o zor zamanlarda ne yapacağına çoktan karar vermiş olan o zamanki adıyla Mustafa Kemal’in o ahval ve şerait altında ülkeyi kurtarma mücadelesine girmesi gibi. Ne güzel sözdür: “Sıradan insanlar başkaları ile ilgilenir, liderler sorunlarla.”
Reaktifliğimizin temelinde küçüklükten beri işlenen öz-değer eksikliği yatmakta. Zaten bir görüşe göre ne olacağımız ne yapacağımız, ne gibi sorunlarla karşılaşıp sınanacağımız, ne zaman öleceğimiz hep önceden belli değil mi? Aynı görüş, ne yapacağımıza biz karar veriyormuşuz gibi, iyi işler yaparsak cennete, kötü işler yaptığımızda de cehenneme gideceğimizi söylemiyor mu? Yine aynı görüş her şeyi Allah’ın yaptırdığını da söylemiyor mu? O zaman her birimiz önceden planlanmış aksiyonlarını gerçekleştiren birer oyuncu gibiyiz. Kendi açımızdan da bir hiçiz, bu bir inanç. Bugünü yaşarız, itaat ederiz, rahat ederiz. Bu pek çok kişi için mutluluğun yolu elbette.
Bir başka görüş de cennetin ve cehennemin var ama dünyada da olduğunu savunur. “Ne ekersen onu biçersin” der. Güzel meyve almak istiyorsan bitkiyi gerektiği şekilde ekmelisin. Nasıl ekileceğini öğrenmelisin. Neler yapılması gerektiğini iyi bilmeli ve uygulayabilmelisin. Motive olmalı amacına uygun ve planlı bir şekilde olması gerekenleri yapmalı ve yaptığından da keyif almalısın. Gereğini beceri ile yaptığında tüm dış faktörlere karşı da önlemlerini almış olacağın için meyveyi alman kaçınılmaz olur.
İş yerlerinde de iyi yönetici ile kötü yönetici böyle ayrılmaz mı? Kötü yönetici tüm olumsuz koşullarda bahaneler yaratırken, iyi yönetici tüm olumsuz koşullara bir önlem ya da çözüm bulacak kadar yetkin ve beceriklidir, şirketi her türlü rekabete ve mücadeleye karşı korur, şikayet etmez, bahane bulmaz. Çünkü sorumlu odur.
Son olarak 2007 yılının 10 Kasım’ı için bir bankanın hazırlattığı unutulmaz reklamdan alıntı yaparak ölümünün 84. yılında Yüce Atamızı anmak istiyorum. Atatürk ile küçük çocuğun arasındaki konuşma şöyle biter:
“Sen bırak bunları. Bu gülleri yetiştireceksen canın yanacak, elin kanayacak, güneş seni terletecek, “bu bahçede gül bitmez” diyenler olacak, “gül öyle yetiştirilmez, böyle yetiştirilir” diyenler olacak. Sen kendine şunu soracaksın: “Ben burayı gül bahçesi yapmak istiyor muyum? Ben burada dünyanın en güzel güllerini yetiştirmek istiyor muyum?” Eğer çok istiyorsan ne eline batan diken, ne de söylenenler, seni engellemeye çalışanlar umurunda olmayacak. Kim olursan ol tek isteğin (derin bir nefes alır) şu kokuyu duymak olacak. Anladın mı?”
“Anladım.”
“Aferin sana!”