Bir cüzdan masalı: Sayılar artar, alım gücü azalır
Yazının Giriş Tarihi: 21.07.2025 12:50
Yazının Güncellenme Tarihi: 21.07.2025 12:50
Temmuz ayı Türkiye’de yalnızca kavurucu sıcakların değil, aynı zamanda maaş zamlarının da gündemin en sıcak başlıklarından biri olduğu dönemdir. Bu yıl da değişmedi. Milyonlarca memur, emekli ve çalışan vatandaşın gözü Temmuz 2025 maaş artışlarına çevrilmişti. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı haziran ayı enflasyon verileriyle birlikte yeni maaş zamları netleşti. Fakat zam oranları açıklandıktan sonra sokakta, markette, pazarda hissedilen tek şey artan refah değil; yine eksilmeyen geçim sıkıntısı oldu.
Haziran sonu itibarıyla yıllık enflasyon %35,05 olarak duyuruldu. 2025 yılının ilk altı ayında ise enflasyon %24’e yakın seyrederken, memur ve emekliler için baz alınan 6 aylık TÜFE farkı %16,67 olarak hesaplandı. Bu orana, kamu görevlileri için toplu sözleşmeden kaynaklanan %5’lik ek zam da eklendi. Böylece toplam artış memurlar ve memur emeklileri için %15,57; SSK ve Bağ-Kur emeklileri içinse doğrudan %16,67 oldu. Kulağa ilk etapta iyi gibi gelen bu rakamlar, gerçek alım gücüne dönüştüğünde ne yazık ki yüzleri güldürmüyor.
Devlet memurlarının maaşı yaklaşık 43.700 liradan 50.500 lira civarına yükseldi. En düşük emekli aylığı ise 14.469 liradan 16.900 lira seviyesine çıktı. Ancak bu artışlar, son bir yılda temel tüketim ürünlerine gelen yüksek oranlı zamlarla kıyaslandığında oldukça cılız kalıyor. Markette sadece bir sepet dolusu temel gıdanın bedeli, artık dört haneli rakamlarla ölçülüyor. Kiralar, ulaşım giderleri ve enerji faturaları son iki yıl içinde neredeyse ikiye katlandı. Hal böyle olunca, %15–16 oranındaki maaş artışları kâğıt üstünde iyi görünse bile, vatandaşın cebinde hissedilmiyor.
Bu noktada konuya akademik literatür penceresinden bakmak, tartışmayı derinleştirmek açısından önemlidir. Sosyal refah politikaları literatüründe sıkça atıf yapılan Esping-Andersen’in (1990) “refah rejimleri” sınıflandırması, devletin sosyal koruma düzeyine ve gelir adaletine dair yaklaşımını analiz etmemize olanak tanır. Türkiye gibi sosyal koruma sistemini hâlen kurumsallaştıramamış, emeklilik sisteminde gelir eşitsizliğini azaltacak tamamlayıcı mekanizmaları yeterince devreye sokamamış ülkeler, Esping-Andersen’in sınıflamasında “artık-model” olarak değerlendirilir. Bu modele göre devlet, minimum düzeyde müdahalede bulunur; vatandaşını piyasanın dalgalarına karşı yeterince koruyamaz. Temmuz 2025 zamları da bu teorik çerçeveye uygun biçimde, kamuoyuna bir iyileşme mesajı verirken, gerçek anlamda yapısal bir eşitsizlik çözümü sunmaktan uzaktır.
Emekliler açısından tablo daha da karamsar. Özellikle SSK ve Bağ-Kur emeklileri, taban aylık uygulamasına rağmen hâlâ açlık sınırına yakın bir gelirle yaşam mücadelesi veriyor. Her ne kadar refah payı beklentisi kamuoyunda sıkça dile getirilse de, bu konuda henüz net bir düzenleme yapılmadı. Açıklanan zam oranları, emeklilerin özellikle son bir yılda kaybettikleri alım gücünü telafi etmeye yetmiyor. Çoğu yaşlı vatandaşımız için ay sonunu getirebilmek hâlâ büyük bir strateji gerektiriyor: faturalar mı ödenecek, yoksa mutfağa mı harcama yapılacak?
Elbette burada sadece rakamları konuşmak yetersiz kalır. Bu zamlar aynı zamanda kamu yönetimi açısından bir niyet beyanıdır. Devletin yurttaşına verdiği değer, yalnızca maaş bordrosunda değil; yaşama koşullarında, sosyal desteklerde, sağlık ve barınma hizmetlerinde kendini gösterir. Oysa günümüzde, ne bir öğretmenin ne de bir emekli mühendisin maaşı, mesleklerinin onuruna yaraşır bir yaşam sunabiliyor. Zamlar enflasyonu ancak kovalıyor; ne öne geçebiliyor ne de eşitlenebiliyor.
İşin bir diğer boyutu da sosyal adalet. Memurlar, toplu sözleşme güvencesiyle az da olsa kendilerini enflasyona karşı kısmen korurken, SSK ve Bağ-Kur emeklileri aynı güvenceye sahip değil. Böylece emekliler arasında da bir tür gelir uçurumu oluşuyor. Bu farkın zamanla artması, toplumda adalet duygusunu zedeliyor, kuşaklar ve statüler arası güven ilişkisini de sarsıyor. Oysa sosyal devlet, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda psikolojik bir güvence mekanizmasıdır.
Ekonomik anlamda çözüm önerileri de var elbette. Öncelikle TÜFE’ye endeksli zam sisteminin yerine, alım gücünü temel alan bir reel ücret politikası oluşturulmalı. Memur ve emekli maaşları, sadece geçim sınırı altında yaşayanların değil, ülkenin kalkınmasında yıllarca katkı sağlamış insanların haklarını gözeten bir anlayışla belirlenmeli. Ayrıca refah payı, artık lütuf değil; kalıcı bir hak haline getirilmelidir.
Sonuç olarak Temmuz 2025 zamları, beklentileri karşılamaktan uzak bir güncelleme olarak hafızalara kazındı. Ekonomi yönetimi, "enflasyon kontrol altında" mesajı verirken; sokakta, pazarda, eczanede insanlar bambaşka bir gerçeklikle yüz yüze. Zam var ama rahat yok. Rakamlar artıyor ama yüzler gülmüyor. Çünkü mesele yalnızca zam değil; mesele, bu ülkenin insanlarının insanca yaşamaya olan hakkı.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
Ekometre
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Yılmaz Velioğlu
Bir cüzdan masalı: Sayılar artar, alım gücü azalır
Haziran sonu itibarıyla yıllık enflasyon %35,05 olarak duyuruldu. 2025 yılının ilk altı ayında ise enflasyon %24’e yakın seyrederken, memur ve emekliler için baz alınan 6 aylık TÜFE farkı %16,67 olarak hesaplandı. Bu orana, kamu görevlileri için toplu sözleşmeden kaynaklanan %5’lik ek zam da eklendi. Böylece toplam artış memurlar ve memur emeklileri için %15,57; SSK ve Bağ-Kur emeklileri içinse doğrudan %16,67 oldu. Kulağa ilk etapta iyi gibi gelen bu rakamlar, gerçek alım gücüne dönüştüğünde ne yazık ki yüzleri güldürmüyor.
Devlet memurlarının maaşı yaklaşık 43.700 liradan 50.500 lira civarına yükseldi. En düşük emekli aylığı ise 14.469 liradan 16.900 lira seviyesine çıktı. Ancak bu artışlar, son bir yılda temel tüketim ürünlerine gelen yüksek oranlı zamlarla kıyaslandığında oldukça cılız kalıyor. Markette sadece bir sepet dolusu temel gıdanın bedeli, artık dört haneli rakamlarla ölçülüyor. Kiralar, ulaşım giderleri ve enerji faturaları son iki yıl içinde neredeyse ikiye katlandı. Hal böyle olunca, %15–16 oranındaki maaş artışları kâğıt üstünde iyi görünse bile, vatandaşın cebinde hissedilmiyor.
Bu noktada konuya akademik literatür penceresinden bakmak, tartışmayı derinleştirmek açısından önemlidir. Sosyal refah politikaları literatüründe sıkça atıf yapılan Esping-Andersen’in (1990) “refah rejimleri” sınıflandırması, devletin sosyal koruma düzeyine ve gelir adaletine dair yaklaşımını analiz etmemize olanak tanır. Türkiye gibi sosyal koruma sistemini hâlen kurumsallaştıramamış, emeklilik sisteminde gelir eşitsizliğini azaltacak tamamlayıcı mekanizmaları yeterince devreye sokamamış ülkeler, Esping-Andersen’in sınıflamasında “artık-model” olarak değerlendirilir. Bu modele göre devlet, minimum düzeyde müdahalede bulunur; vatandaşını piyasanın dalgalarına karşı yeterince koruyamaz. Temmuz 2025 zamları da bu teorik çerçeveye uygun biçimde, kamuoyuna bir iyileşme mesajı verirken, gerçek anlamda yapısal bir eşitsizlik çözümü sunmaktan uzaktır.
Emekliler açısından tablo daha da karamsar. Özellikle SSK ve Bağ-Kur emeklileri, taban aylık uygulamasına rağmen hâlâ açlık sınırına yakın bir gelirle yaşam mücadelesi veriyor. Her ne kadar refah payı beklentisi kamuoyunda sıkça dile getirilse de, bu konuda henüz net bir düzenleme yapılmadı. Açıklanan zam oranları, emeklilerin özellikle son bir yılda kaybettikleri alım gücünü telafi etmeye yetmiyor. Çoğu yaşlı vatandaşımız için ay sonunu getirebilmek hâlâ büyük bir strateji gerektiriyor: faturalar mı ödenecek, yoksa mutfağa mı harcama yapılacak?
Elbette burada sadece rakamları konuşmak yetersiz kalır. Bu zamlar aynı zamanda kamu yönetimi açısından bir niyet beyanıdır. Devletin yurttaşına verdiği değer, yalnızca maaş bordrosunda değil; yaşama koşullarında, sosyal desteklerde, sağlık ve barınma hizmetlerinde kendini gösterir. Oysa günümüzde, ne bir öğretmenin ne de bir emekli mühendisin maaşı, mesleklerinin onuruna yaraşır bir yaşam sunabiliyor. Zamlar enflasyonu ancak kovalıyor; ne öne geçebiliyor ne de eşitlenebiliyor.
İşin bir diğer boyutu da sosyal adalet. Memurlar, toplu sözleşme güvencesiyle az da olsa kendilerini enflasyona karşı kısmen korurken, SSK ve Bağ-Kur emeklileri aynı güvenceye sahip değil. Böylece emekliler arasında da bir tür gelir uçurumu oluşuyor. Bu farkın zamanla artması, toplumda adalet duygusunu zedeliyor, kuşaklar ve statüler arası güven ilişkisini de sarsıyor. Oysa sosyal devlet, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda psikolojik bir güvence mekanizmasıdır.
Ekonomik anlamda çözüm önerileri de var elbette. Öncelikle TÜFE’ye endeksli zam sisteminin yerine, alım gücünü temel alan bir reel ücret politikası oluşturulmalı. Memur ve emekli maaşları, sadece geçim sınırı altında yaşayanların değil, ülkenin kalkınmasında yıllarca katkı sağlamış insanların haklarını gözeten bir anlayışla belirlenmeli. Ayrıca refah payı, artık lütuf değil; kalıcı bir hak haline getirilmelidir.
Sonuç olarak Temmuz 2025 zamları, beklentileri karşılamaktan uzak bir güncelleme olarak hafızalara kazındı. Ekonomi yönetimi, "enflasyon kontrol altında" mesajı verirken; sokakta, pazarda, eczanede insanlar bambaşka bir gerçeklikle yüz yüze. Zam var ama rahat yok. Rakamlar artıyor ama yüzler gülmüyor. Çünkü mesele yalnızca zam değil; mesele, bu ülkenin insanlarının insanca yaşamaya olan hakkı.