SON DAKİKA
Hava Durumu

Türkiye - Almanya

Yazının Giriş Tarihi: 31.08.2017 21:25
Yazının Güncellenme Tarihi: 31.08.2017 21:25

 

Bu yazı tam 11 sene önce kaleme alınmıştır..

Almanya Başbakanı Angela Merkel’in AB-Türkiye karşıtlığı politikası ve son günlerdeki bu politikadaki çabalarıyla Almanya Türkiye ilişkileri yeniden gündemde. Bu ilişki bazen müspet bazen menfi etkilerle çok eskilere dayanır.

Daha 1835’te II. Mahmut döneminde yeni ordu “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” teşkil edilirken Mareşal Von Moltge başkanlığında çok sayıda Prusyalı subayın danışman olarak ülkeye gelişiyle başlayan ve Türk ordusu ile Alman ordusu arasında bugüne kadar süren güçlü bir bağın temelleri atıldı.

1867’de Padişah Abdülaziz ve Bismark arasında karşılıklı ziyaretler vaki oldu. Abdülhamit de Veliaht Murat Efendi (V.Murat) ile birlikte Almanya ziyaretine katıldı ve çok etkilendi. 

1888 yılında imparator olan II. Willhelm, Bismarck’ın aksine bir dünya politikası izlemeye başlamış bunun sonucunda Osmanlı İmparatorluğu ile yakın ilişkiler geliştirme çabası içine girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Berlin Kongresi’nden sonra ağır bir darbe yiyip tarihi dönüm noktasına gelince Almanya’ya duyduğu yakınlık pekleşti. Zira diğer büyük devletlerin dış politikaları Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşama şansına son verecek biçimde değişmişti.

Birinci Dünya Savaşında İttihat Terakki büyüklerinin Almanya hayranlığı ve onunla kader birlikteliğinin sonuçları yakın tarihimizin en önemli ve trajik olayıdır.

İkinci Dünya savaşı yıllarında İsmet İnönü’nün maharetli ve uzak görüşlü politikası sonucu Türkiye Almanya ilişkileri “ne kızı vermek ne dünürü küstürmek” esasına oturtulmuştur. Almanya’ya altın mukabili krom satışı bir yana, Almanların Türkiye’yi de işgali önlenmiş, Batılı müttefikler safında buradan bir cephe açılmasına olanak verilmemiş ve fakat savaşın kaderi belli olduktan sona Almanya’ya savaş ilan edilerek galipler masasına oturulmuştur. Bunun sonucu olarak da BM teşkilatının kurucu üyesi olunmuştur.

Ardından 1950’de NATO’ya alındık. Bugün diğer batı ülkeleri ile birlikte Federal Almanya ile de silah arkadaşıyız.

 “Alman Mucizesi”nin mimarı, Ekonomi Bakanı Ludwig Erhard 1958 yılında Türkiye’yi ziyaret etti. Ekonomi politikası iflasla sonuçlanan Adnan Menderes Hükümeti bu ziyarete çok önem vermiş, Almanya’dan yüklü bir para yardımı ve destek ummuştu.  Ankara, İstanbul ve Bursa’da en gösterişli biçimde ağırlanan Erhard para ve kredi yerine bir takım nasihatlerde bulunup dönmüştü ülkesine. Ama bu ziyaretin ardından henüz 3 yıl geçmişti ki; Türkiye ile Batı Almanya arasında “İş Gücü Anlaşması” imzalandı. Daha ilk yıl 6.700 işçi Almanya’ya ihraç edildi. Kara Bıyıklı, sağlıklı, güçlü bedenler Münih Garında bandolar ve çiçeklerle karşılandılar.

Erhard 1963 yılında Şansölye seçildiğinde Türkiye-Almanya münasebetleri daha da gelişti.  Alman sanayinin doymak bilmez iş gücü ihtiyacı vardı, Türkiye’de ise umutlarını bu talebe bağlamış büyük bir potansiyel. Arada başka yollardan gerçekleşen bireysel çıkışlar olsa da asıl ağırlık İşçi Bulma Kurumu aracılığıyla her hafta yapılan toplu sevkıyatlardaydı.

 Bugün Almanya’da 2.6 milyonun üstünde Türk Nüfus, 65.600 Türk işletmesi var. Bunların yatırım hacmi 7.4 milyar EU ve 323 bin kişiye istihdam sağlıyor. Buna karşılık Siemens, Daimler Chrysler (Mercedes), MAN gibi çok sayıda uluslar asası, büyük Alman şirketlerinin ülkemizde önemli yatırımları, üretimleri ve istihdam olanakları var.

Türkiye, Almanya ilişkilerinden askeri, siyasi, ekonomik ve sosyal birçok yönde etkilenmiştir. Ama gönül isterdi ki; Ludwing Erhard’ın mucize prensiplerini benimseyip uygulayabilseydik. Bu prensipler; disiplin, devamlılık, tutarlılık, istikrar ve serbest piyasa ekonomisine dayanıyordu. Ülkemize adapte edilebilecek en olumlu projesi ise bölgesel kalkınma uygulamasıydı. Bugün Almanya’da her köy veya küçük şehir belli bir iki malı üretmektedir. Coğrafi konumu, doğal kaynakları, iklim ve ulaşım olanakları çerçevesinde yönlendirilmiş fabrikası olmayan köy yoktur. Her yöre kendi üretimini diğer yörelere satar. Köyünde kasabasında çalışma olanağı bulan insanlar başka yörelere göç etmezler, şehirleri doldurmaz, gecekondu kentleri yaratmazlar.

Örneğin bu sistem uygulanmış olsaydı ülkemizde sanayi Bursa-Kocaeli-İstanbul aksında yoğunlaşmayacak tüm ülkeye dağılacaktı. Belki Bursa’da çok sayıda sanayi yerine sadece tekstil ağırlık kazanacak, bir otomotiv sanayi olamayacaktı ama bu günkü aşırı nüfus, çarpık yapılaşma, kayba uğrayan tarım arazisi, hava kirliliği de olmayacaktı.

 Bursa’da Tofaş ve Renault 1970 başlarında üretime geçti. Bunu izleyen yıllardaki nüfus/göç rakamlarına bakarsak gerçek daha bariz görünüyor. Bursa’ya göç 1980 yılında 1975 yılına göre yüzde 128.73 artarak 146 bin 605 den, 335 bin 341 e yükseliyor. 1985 yılında, 1980 yılına göre yüzde 23.88 artarak 415 bin 423 kişiye 1990 yılında 1985 yılına göre yüzde 43.05 artarak 594 bin 284 kişiye ve nihayet 2000 yılında 1990 yılına göre yüzde 51.94 artarak 902 bin 975 kişiye ulaşıyor.

Alman Mucizesi: Yakın tarihimizdeki bu kalkınma hamlesi hakkında bir iki rakamı aktarmak istiyorum.

Ludwig Erhard II. Dünya Savaşı sonrasında Federal Ekonomi Bakanı olduğunda, kendi ifadelerine göre:

“Ülkede üretim o derece düşüktü ki, yalnız memleketin imkânlarıyla, her Alman'a, 12 yılda bir çift kundura ve 50 yılda bir kat elbise temin edilebilirdi. Doğan her beş çocuktan ancak bir tanesine kundaklık bez bulmak mümkündü.”

Yukarıdaki verilere ilâveten; savaşın bitiminden sonra Batı Almanya’da müttefiklerin işgali ve fiili kontrolünün  yıllarca sürdüğünü, büyük kentlerin ağır bombardımanlardan yıkılmış, alt yapısı ciddi hasar görmüş, sanayi tesislerinin ya tahrip olmuş ya Rusya tarafından sökülüp götürülmüş olduğunu dikkate almak lazım. Büyük miktarda savaş tazminatı ödemekle yükümlü olduğu ayrı bir handikap.

Erhard, ilk iş olarak piyasayı serbest bırakmış ve planlı ekonomi prensiplerini reddetmiş. Mal darlığının çekildiği, yeterli üretimin olmadığı, fiyat kontrollerine rağmen karaborsanın sürdüğü, döviz stokları bulunmayan bir ülkede büyük cesaret isteyen bir atılım. Kontroller ve kısıtlamaların kaldırması hayret ve tepkiyle karşılansa da politikasını kararlılıkla yürütmüş

Tüm kurallarına uyulan serbest rekabet ortamında piyasalar üzerinde enflasyonist baskı oluşturabilecek her şeyin üzerine kararlılıkla gitmiş. Başarılı bir para reformu yapmış ve Mark'ı dünyanın en sağlam parası durumuna getirmiş.

Sonuç: Serbest piyasa ekonomisine inanış, disiplin, devamlılık, tutarlılık, istikrar ve hızlı bir büyüme. “İhracat bir kaç yüz milyon dolardan, 20 milyar dolara, yoksulluk sınırındaki Milli Gelir 362 milyar Mark'a” yükselmiş.

Hem devlette hem kurumlarda hem de halkta tasarrufa verilen önemi eklemek lâzım. Çok eskiden okuduğum bir yazıyı hatırlıyorum. Almanya’da çok sayıda Amerikan askeri vardır o yıllarda.  Bilindiği üzere; ABD “İsraf Ekonomisi” prensibiyle ürettim ve tüketim yapmaktadır. Amerikan birliklerinden ve personeli konutlarından her gün tonlarca bira, içki ve meşrubat şişesi çöpe çıkmaktadır. Yeniden inşa edilmekte olan Almanya’nın ise çok miktarda inşaat malzemesi gereksinimi vardır. Amerikan işgal kumandanlığından bir istekte bulunurlar; bu şişelerin mümkün olabildiğince, kare veya dikdörtgen prizma şeklinde üretilmeleri.  Ve bu yeni tip şişeleri betonarme binalarda duvar dolgusu olarak kullanırlar. İşçi sendikalarının aldığı kararlarla haftanın bir günü veya belirli saatleri tüm sendikalılar ücret almadan devlet hesabına çalışırlar.

Yine o yıllarda Almanya’da tahsilde olan arkadaşlarımın övünerek naklettikleri uyanıklıklarını(!) hatırlıyorum: Portakal, muz gibi ithal meyvelerin kişi başına sadece bir tane satın alınmalarını önermiş resmi makamlar. Hiçbir müeyyidesi olmayan bu tavsiyeye kesinlikle uyarmış tüm Almanlar. Bizim arkadaşların birisinin doğum günü partisine davetli kızlar ortaya konulan çok sayıda meyveyi görüne hayretle sormuşlar:

“Bu kadar çok meyveyi nereden buldunuz?”

“Çok basit, yirmi manav dolaştık hepsinden sadece bir tane aldık.” 

Düşünüyorum da; savaş görmemiş Türkiye hâlâ Almanya’ya muhtaçsa,

İMF’in serbest bırakacağı bir milyar Dolar krediyi hacı bekler gibi bekliyorsa, Cari Açıkları tehlikeli boyutlarda sürüyorsa, yıkılmış Japonya, daha yakın zamanda yerle bir olmuş Güney Kore, Vietnam ekonomileri dünya standartlarına ulaşmışsa, acaba yanlışı nerede yaptık?

Bizden çok çok varlıklı ülkelerin makam aracı sayısının bizden kat kat aşağılarda olması, on binlerce lojmanı, yüzlerce beş yıldızlı “Eğitim ve Dinlenme Tesisleri” olmaması, onların kültüründe “devlet malı deniz…” söyleminin bulunmaması etken olabilir mi dersiniz? Ya, savurganlık, sumen altı edilen sayısız “tasarruf genelgesi”, oy mukabili gereksiz yatırımlar, “ahbap çavuş” ilişkileri, dokunulamayan bürokratlar, parlamenterler, “verdimse ben verdim” zihniyeti,  inek otlayan hava alanları…

Yoksa daha fazla deve kesmemiz mi gerekirdi?

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.