Viyana Kongresi’nden günümüze yeni dünya düzeni tartışmaları
Yazının Giriş Tarihi: 22.07.2020 11:57
Yazının Güncellenme Tarihi: 22.07.2020 11:57
İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir dünya düzeni kurulmuştur. Bu düzenin kurucu aktörleri ABD ve SSCB olmuştur. Her iki devlette kendi siyasi, ekonomik ve askeri düzenlerini dünyaya hâkim kılmak için kıyasıya mücadeleye girmiştir. Türkiye’de bu yeni dünya düzeni içerisinde kendi konumunu belirlemeye çalışmıştır. Bu konumun belirlenmesinde SSCB’nin yaklaşımları, ABD ve Batı Avrupa’nın tutumu etkili olduğu gibi Türkiye’nin kuruluşunda tercih ettiği siyasi ve hukuki yapıda etkili olmuştur. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki kurulan iki kutuplu dünya düzeni içerisinde tercihini, ABD’nin kurduğu demokratik, laik ve liberal düzenden yana yapmıştır. Bu çalışmada İkinci Büyük Savaş sonrası dünyanın nasıl bir düzene sokulduğu ve Türkiye’nin bu yapı içerisinde nasıl yer aldığı ele alınmıştır. Böylece içinde bulunduğumuz dünya konjonktürü ile yeniden bir değerlendirme yapılmaya çalışılmıştır.
Avrupa'nın bir güç merkezi olarak dünya politikası sahnesinden çekilmesinden sonra, dünya en az yirmi yıl kesin çizgiyle ABD ve Sovyetler Birliği'nin çevresinde "iki kutuplu" bir nitelik kazandı. İkinci Dünya Savaşı'nda Hitler Almanyası ile Mussolini İtalyasını dize getiren güçler İngiltere ya da Fransa değil, ABD ile Sovyetler Birliğiydi. Savaş sonrasından 1970’lere kadar uluslararası ilişkilerin tarihini, bu iki karşıt ideolojiye bağlanmış ABD ile Sovyetler Birliği'nin yeryüzünde etki kurmak için gösterdikleri çabaların öyküsü olarak nitelemek gerçekçi bir genelleme olacaktır. Savaştan her bakımdan yıkık çıkan Avrupa devletleri bu iki "süper" devletin çevresinde kümeleneceklerdir. Böylece ortaya "iki kutuplu" bir denge çıkmıştır.
"Soğuk Savaş" diye kısaca adlandırdığımız bu yeni durum, etkisini yirmi yıl kadar sürdürmüştür. Bugün bile tüm belirtilerinin ortadan kalktığını söyleyemeyiz. Bu iki kutuplu denge, yeni karşılaşılan bir olgu değildir". 18. yüzyılda İngiltere ile Fransa, 1890 ile 1914 yılları arasında Üçlü İttifak ile Üçlü İtilaf ve 1945 ile 1990 arasında ABD ile Sovyetler Biriliği arasında olagelmiştir. Tarih boyunca iki kutuplu denge, iki güçlü devlet ve bu devletler çevresinde kümelenen küçük devletleri gerektirmiştir. Kutupluluk, uluslararası sisteme kaç blok ya da devlet kümesinin etki yaptığıdır. Bu dönemde ise büyük ve orta büyüklükteki devletlerin hemen hemen hepsi iki blok içinde toplanmış durumdadır. İki kutuplu sistemin, uluslararası hukuk ve kurallara tam uyularak yönetimi ve düzenlenmesi çok zordur. Bütün bağlantısız devletler bir araya gelseler bile, her iki kampa etkide bulunamaz, çözümler kabul ettiremezler. Resmi olmayan düzenleyiciler olarak iki blok, birbirlerini denetlerler, karşı tarafın gücünü başka güçle dengelemeye çalışırlar. İki kutuplu sistemin avantajı, bozucu davranış ve bu davranışın yol açtığı sonuçların kolaylıkla görülüp tedbir alınabilmesidir. İşte İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem bize iki kutuplu sistemi tüm nitelikleriyle anlamamızı sağlayacaktır. Bu dönemdeki gelişmeler de bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir.
Viyana Kongresi, İngiltere’de baş gösterip Amerika’da zirve yapan “Liberalizm” ve Fransız İhtilali ile dünyayı derinden etkileyecek olan “Milliyetçilik” akımlarına; Avrupa’nın eski, muhafazakâr monarşilerinin bir karşı koyma ve ihtilalin ardından Napolyon ile birlikte alt üst olan Avrupa düzeninin yeniden tesis edilme çabasıdır. Viyana Kongresi ile kurulan düzen XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar işlemiş, Birinci Dünya Savaşı çıkana kadar da dünya siyasetinin genel hatlarını belirlemiştir. Viyana Kongresini iyi analiz etmek; bu nedenlerden dolayı Birinci Dünya Savaşı’na kadar, hatta bir nebze İkinci Dünya Savaşı’na kadar Avrupa siyasetine doğru açılardan bakmayı kolaylaştırıcı bir araç olacaktır. Viyana Kongresini anlayabilmek için ise ondan önce Avrupa’daki kritik gelişmeleri bilmek zaruridir.
Sanayi Devrimi’nin ilk adımlarından olan Buhar Makinası’nın bulunduğu İngiltere dolayısıyla üretimin arttığı ve ticaret hacminin de aynı paralelde yükseldiği bir ülke haline gelmiş, Adam Smith gibi fikir adamları Liberal düşüncenin temellerini ortaya çıkarmıştır. Başta İngiltere ile sınırlı kalan bu ideolojinin etkileri Amerikan Devrimi ve Bağımsız ABD’nin kuruluşuyla herhangi bir ülkenin gündelik siyasetini etkileyecek bir ideoloji olmaktan çıkıp; üstüne bir devletin temellerinin atılacağı büyük bir dünya görüşü haline gelmiştir. Üstelik bu yeni ideoloji herhangi bir ırk, sınıf ve ya devlet ayırt etmeksizin sadece doğrudan bireyin haklarını savunmasından dolayı tüm dünya tarafından kabul edilebilir bir düşünceydi. Nitekim dünyaya yayılışı da oldukça hızlı cereyan edecektir.
Liberalizm Kıta Avrupa’sında ilk olarak Fransa’da köklü değişikliklere yol açtı. Monarkların aşırılıkları, dikkatsizce yürütülen dış politika, hukuki düzenin sağlamlaştırılmamış olması gibi etmenler yarattığı istikrarsız ortamla; özellikle son yüzyılda büyüyüp zenginleşen tüccarların ya da başka deyişle burjuva sınıfının istemeyeceği şeylerdi. Temel olarak bu sınıfın istediği şey İngiltere’deki gibi bir anayasa ve monarkların yetkilerinin sınırlandırılarak başka kurumlarla paylaşılmasıydı. Burjuvazi’nin bu artan yönetime dahil olma talebi özellikle Amerikan Bağımsızlık savaşı sırasında Fransa’nın ABD’ye destek vermek için kendisini zor bir duruma sokmasıyla birlikte artık patlama noktasına ulaşmış; köylü ve işçi sınıflarının da desteğiyle burjuvazi 14 Temmuz 1789 günü Bastille Hapishanesi baskınıyla Fransız İhtilalı’nın büyük adımını atmış oldu. Bundan yaklaşık bir ay sonra yayınlanacak olan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”; Fransa’ya diğer hiç bir Avrupa devletinde henüz olmayan “Eşit Yurttaşlık” ilkesini kazandırmış ve artık liberal düşüncenin evrenselliğini tüm gerçekliğiyle Avrupa’nın gündemine oturtmuştur.
Ancak ilginçtir ki Fransızlar dışarıdan gelecek tehditleri savurmuşken içeride devrimi koruyamamış, ihtilal sonrası gelen baskıcı rejim çökme noktasına gelmiş ve halk beklediğini bulamamıştır. Bu durum devletin başına ihtilalin ilkelerini savunmak bir yana; uzun vadede o ilkeleri tek tek çiğneyecek olan meşhur general Napolyon Bonapart’ın yetkileri eline almasının önünü açacaktır. Napolyon, yaptıkları ve yapacakları ile Fransız halkına umut vaat eden; her kesimin desteğini almasını bilen önemli bir askeri ve daha sonradan siyasi figür olarak ortaya çıkmış ve Fransa halkı tarafından mutlak bir destekle karşılanmıştır. Öyle ki ihtilalden sonra askıya alınan imparatorluk müessesesi 1804 yılında yapılan ve ezici bir üstünlükle kabul edilen halk oylamasıyla onun şahsında tekrar Fransa’ya dönecektir.
Napolyon eline geçirdiği muazzam gücün farkındaydı ve bunu kullanmaktan çekinmeyeceği belliydi. Belki iddia edildiği gibi yeni bir Sezar olma düşüncesiyle, belki de kendisinin söylediği gibi Avrupa’yı tek bir sistem çatısında birleştirerek bir “Federasyon” veya “Avrupa Birliği” kurma amacıyla Avrupa’nın içlerine doğru ilerlemeye başladı. Bu ilerlemenin bir diğer önemi de Fransa’nın ele geçirdiği yerlerdeki eski usul monarşileri yıkarak yeni usül yönetimler kurması oldu. Yani artık liberalizm ve milliyetçilik, başka bir deyişle bu ikisinin sonucu olan “yeni nizam” Avrupa’da artık Fransız orduları menfaatiyle yayılmaya ve uygulanmaya başlandı.
Bu koalisyona İngiltere de katıldı ancak burada İngiltere için ayrı bir parantez açmak gerekir zira İngiltere koalisyondaki diğer devletlerin aksine ne eski usulle yönetiliyor ne de eski usulü savunuyordu. İngiltere’nin bu koalisyonda yer alma sebebi ya da başka bir deyişle bu savaşlar zincirindeki önceliği, körü körüne yapılan bir ideoloji kavgası değil, Kıta Avrupa’sındaki güç dengesinin bozulmasını önlemektir. Yani aslında İngiltere uzun vadede kendi bekası için bu savaşlara Fransa yanında değil koalisyon tarafında katılmıştır.
Napolyon Savaşları’nın akıbetini çok detaya inmeden kısaca anlatmak gerekirse; o dönem rakipsiz donanmasıyla “Kıta Ablukası” uygulayan İngiltere hem Fransa’nın deniz gücünü hem de denizaşırı ticaretini durdurarak savaşların gidişatında çok önemli bir rol oynamıştır. Bütün bunlara rağmen kara savaşlarında belki de her hareketi doğru olan Napolyon sadece bir kritik, ölümcül hata yapmış Rusya’ya saldırmaya karar vermiş ve bu karar savaşın kaybedilmesine yol açacak gelişmeler zincirinin halkalarından birisi olmuştur. Sonuç olarak Napolyon yüksek kazanç için yüksek risk almış ancak bu risk onu tüm varlık ve kazanımlarından etmiştir.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
Ekometre
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Prof. Hüsamettin İnaç
Viyana Kongresi’nden günümüze yeni dünya düzeni tartışmaları
İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir dünya düzeni kurulmuştur. Bu düzenin kurucu aktörleri ABD ve SSCB olmuştur. Her iki devlette kendi siyasi, ekonomik ve askeri düzenlerini dünyaya hâkim kılmak için kıyasıya mücadeleye girmiştir. Türkiye’de bu yeni dünya düzeni içerisinde kendi konumunu belirlemeye çalışmıştır. Bu konumun belirlenmesinde SSCB’nin yaklaşımları, ABD ve Batı Avrupa’nın tutumu etkili olduğu gibi Türkiye’nin kuruluşunda tercih ettiği siyasi ve hukuki yapıda etkili olmuştur. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki kurulan iki kutuplu dünya düzeni içerisinde tercihini, ABD’nin kurduğu demokratik, laik ve liberal düzenden yana yapmıştır. Bu çalışmada İkinci Büyük Savaş sonrası dünyanın nasıl bir düzene sokulduğu ve Türkiye’nin bu yapı içerisinde nasıl yer aldığı ele alınmıştır. Böylece içinde bulunduğumuz dünya konjonktürü ile yeniden bir değerlendirme yapılmaya çalışılmıştır.
Avrupa'nın bir güç merkezi olarak dünya politikası sahnesinden çekilmesinden sonra, dünya en az yirmi yıl kesin çizgiyle ABD ve Sovyetler Birliği'nin çevresinde "iki kutuplu" bir nitelik kazandı. İkinci Dünya Savaşı'nda Hitler Almanyası ile Mussolini İtalyasını dize getiren güçler İngiltere ya da Fransa değil, ABD ile Sovyetler Birliğiydi. Savaş sonrasından 1970’lere kadar uluslararası ilişkilerin tarihini, bu iki karşıt ideolojiye bağlanmış ABD ile Sovyetler Birliği'nin yeryüzünde etki kurmak için gösterdikleri çabaların öyküsü olarak nitelemek gerçekçi bir genelleme olacaktır. Savaştan her bakımdan yıkık çıkan Avrupa devletleri bu iki "süper" devletin çevresinde kümeleneceklerdir. Böylece ortaya "iki kutuplu" bir denge çıkmıştır.
"Soğuk Savaş" diye kısaca adlandırdığımız bu yeni durum, etkisini yirmi yıl kadar sürdürmüştür. Bugün bile tüm belirtilerinin ortadan kalktığını söyleyemeyiz. Bu iki kutuplu denge, yeni karşılaşılan bir olgu değildir". 18. yüzyılda İngiltere ile Fransa, 1890 ile 1914 yılları arasında Üçlü İttifak ile Üçlü İtilaf ve 1945 ile 1990 arasında ABD ile Sovyetler Biriliği arasında olagelmiştir. Tarih boyunca iki kutuplu denge, iki güçlü devlet ve bu devletler çevresinde kümelenen küçük devletleri gerektirmiştir. Kutupluluk, uluslararası sisteme kaç blok ya da devlet kümesinin etki yaptığıdır. Bu dönemde ise büyük ve orta büyüklükteki devletlerin hemen hemen hepsi iki blok içinde toplanmış durumdadır. İki kutuplu sistemin, uluslararası hukuk ve kurallara tam uyularak yönetimi ve düzenlenmesi çok zordur. Bütün bağlantısız devletler bir araya gelseler bile, her iki kampa etkide bulunamaz, çözümler kabul ettiremezler. Resmi olmayan düzenleyiciler olarak iki blok, birbirlerini denetlerler, karşı tarafın gücünü başka güçle dengelemeye çalışırlar. İki kutuplu sistemin avantajı, bozucu davranış ve bu davranışın yol açtığı sonuçların kolaylıkla görülüp tedbir alınabilmesidir. İşte İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem bize iki kutuplu sistemi tüm nitelikleriyle anlamamızı sağlayacaktır. Bu dönemdeki gelişmeler de bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir.
Viyana Kongresi, İngiltere’de baş gösterip Amerika’da zirve yapan “Liberalizm” ve Fransız İhtilali ile dünyayı derinden etkileyecek olan “Milliyetçilik” akımlarına; Avrupa’nın eski, muhafazakâr monarşilerinin bir karşı koyma ve ihtilalin ardından Napolyon ile birlikte alt üst olan Avrupa düzeninin yeniden tesis edilme çabasıdır. Viyana Kongresi ile kurulan düzen XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar işlemiş, Birinci Dünya Savaşı çıkana kadar da dünya siyasetinin genel hatlarını belirlemiştir. Viyana Kongresini iyi analiz etmek; bu nedenlerden dolayı Birinci Dünya Savaşı’na kadar, hatta bir nebze İkinci Dünya Savaşı’na kadar Avrupa siyasetine doğru açılardan bakmayı kolaylaştırıcı bir araç olacaktır. Viyana Kongresini anlayabilmek için ise ondan önce Avrupa’daki kritik gelişmeleri bilmek zaruridir.
Sanayi Devrimi’nin ilk adımlarından olan Buhar Makinası’nın bulunduğu İngiltere dolayısıyla üretimin arttığı ve ticaret hacminin de aynı paralelde yükseldiği bir ülke haline gelmiş, Adam Smith gibi fikir adamları Liberal düşüncenin temellerini ortaya çıkarmıştır. Başta İngiltere ile sınırlı kalan bu ideolojinin etkileri Amerikan Devrimi ve Bağımsız ABD’nin kuruluşuyla herhangi bir ülkenin gündelik siyasetini etkileyecek bir ideoloji olmaktan çıkıp; üstüne bir devletin temellerinin atılacağı büyük bir dünya görüşü haline gelmiştir. Üstelik bu yeni ideoloji herhangi bir ırk, sınıf ve ya devlet ayırt etmeksizin sadece doğrudan bireyin haklarını savunmasından dolayı tüm dünya tarafından kabul edilebilir bir düşünceydi. Nitekim dünyaya yayılışı da oldukça hızlı cereyan edecektir.
Liberalizm Kıta Avrupa’sında ilk olarak Fransa’da köklü değişikliklere yol açtı. Monarkların aşırılıkları, dikkatsizce yürütülen dış politika, hukuki düzenin sağlamlaştırılmamış olması gibi etmenler yarattığı istikrarsız ortamla; özellikle son yüzyılda büyüyüp zenginleşen tüccarların ya da başka deyişle burjuva sınıfının istemeyeceği şeylerdi. Temel olarak bu sınıfın istediği şey İngiltere’deki gibi bir anayasa ve monarkların yetkilerinin sınırlandırılarak başka kurumlarla paylaşılmasıydı. Burjuvazi’nin bu artan yönetime dahil olma talebi özellikle Amerikan Bağımsızlık savaşı sırasında Fransa’nın ABD’ye destek vermek için kendisini zor bir duruma sokmasıyla birlikte artık patlama noktasına ulaşmış; köylü ve işçi sınıflarının da desteğiyle burjuvazi 14 Temmuz 1789 günü Bastille Hapishanesi baskınıyla Fransız İhtilalı’nın büyük adımını atmış oldu. Bundan yaklaşık bir ay sonra yayınlanacak olan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”; Fransa’ya diğer hiç bir Avrupa devletinde henüz olmayan “Eşit Yurttaşlık” ilkesini kazandırmış ve artık liberal düşüncenin evrenselliğini tüm gerçekliğiyle Avrupa’nın gündemine oturtmuştur.
Ancak ilginçtir ki Fransızlar dışarıdan gelecek tehditleri savurmuşken içeride devrimi koruyamamış, ihtilal sonrası gelen baskıcı rejim çökme noktasına gelmiş ve halk beklediğini bulamamıştır. Bu durum devletin başına ihtilalin ilkelerini savunmak bir yana; uzun vadede o ilkeleri tek tek çiğneyecek olan meşhur general Napolyon Bonapart’ın yetkileri eline almasının önünü açacaktır. Napolyon, yaptıkları ve yapacakları ile Fransız halkına umut vaat eden; her kesimin desteğini almasını bilen önemli bir askeri ve daha sonradan siyasi figür olarak ortaya çıkmış ve Fransa halkı tarafından mutlak bir destekle karşılanmıştır. Öyle ki ihtilalden sonra askıya alınan imparatorluk müessesesi 1804 yılında yapılan ve ezici bir üstünlükle kabul edilen halk oylamasıyla onun şahsında tekrar Fransa’ya dönecektir.
Napolyon eline geçirdiği muazzam gücün farkındaydı ve bunu kullanmaktan çekinmeyeceği belliydi. Belki iddia edildiği gibi yeni bir Sezar olma düşüncesiyle, belki de kendisinin söylediği gibi Avrupa’yı tek bir sistem çatısında birleştirerek bir “Federasyon” veya “Avrupa Birliği” kurma amacıyla Avrupa’nın içlerine doğru ilerlemeye başladı. Bu ilerlemenin bir diğer önemi de Fransa’nın ele geçirdiği yerlerdeki eski usul monarşileri yıkarak yeni usül yönetimler kurması oldu. Yani artık liberalizm ve milliyetçilik, başka bir deyişle bu ikisinin sonucu olan “yeni nizam” Avrupa’da artık Fransız orduları menfaatiyle yayılmaya ve uygulanmaya başlandı.
Bu koalisyona İngiltere de katıldı ancak burada İngiltere için ayrı bir parantez açmak gerekir zira İngiltere koalisyondaki diğer devletlerin aksine ne eski usulle yönetiliyor ne de eski usulü savunuyordu. İngiltere’nin bu koalisyonda yer alma sebebi ya da başka bir deyişle bu savaşlar zincirindeki önceliği, körü körüne yapılan bir ideoloji kavgası değil, Kıta Avrupa’sındaki güç dengesinin bozulmasını önlemektir. Yani aslında İngiltere uzun vadede kendi bekası için bu savaşlara Fransa yanında değil koalisyon tarafında katılmıştır.
Napolyon Savaşları’nın akıbetini çok detaya inmeden kısaca anlatmak gerekirse; o dönem rakipsiz donanmasıyla “Kıta Ablukası” uygulayan İngiltere hem Fransa’nın deniz gücünü hem de denizaşırı ticaretini durdurarak savaşların gidişatında çok önemli bir rol oynamıştır. Bütün bunlara rağmen kara savaşlarında belki de her hareketi doğru olan Napolyon sadece bir kritik, ölümcül hata yapmış Rusya’ya saldırmaya karar vermiş ve bu karar savaşın kaybedilmesine yol açacak gelişmeler zincirinin halkalarından birisi olmuştur. Sonuç olarak Napolyon yüksek kazanç için yüksek risk almış ancak bu risk onu tüm varlık ve kazanımlarından etmiştir.