SON DAKİKA
Hava Durumu

Tarihte pandemiler ve Yeni Dünya Düzeni

Yazının Giriş Tarihi: 18.05.2020 12:25
Yazının Güncellenme Tarihi: 18.05.2020 12:25

Yeni dünya düzeni tartışmaları, küresel siyasete yönelik sistem analizi yapıldığı kadim dönemlerden beri gündemdedir. Özellikle vebalar, salgınlar, sosyo-politik anlamda büyük değişimler getiren olaylar, bu tartışmaları daima alevlendirmiştir. Nitekim altı aydır dünya gündemini teşkil eden ve nerdeyse tüm ülkelerde görünerek küresel salgın yani pandemi haline dönüşen Korona virüsü de bu kabil bir dönüşümün ve hatta yeni bir dünya düzeninin habercisi olarak görülmektedir. Bu görüşü paylaşanlar artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, dünya ekonomik ve siyasal sistemini radikal bir biçimde değiştireceğini, otoriter rejimlerin sayı ve etkinliğini artıracağını, küreselleşme ve neo-liberalizmin nihayete ereceğini ve uluslararası ilişkilerde ciddi güç kaymaları olacağını düşünmektedirler.

Ne var ki, şimdiye kadar dünyayı kökten değiştireceğine inanılan pek çok büyük olay sonrasında pek bir şeyin değişmediğine de şahit olmuşuzdur. Ancak pandemi ile yeni dünya düzeni arasında kurulan korelasyon hiç de anlamsız değildir. Nitekim 1347 yılında  - bugün olduğu gibi- İtalya ve Venedik merkezli Kara Veba adı verilen salgın neticesinde yaklaşık elli milyon hayatını kaybetmiş, ama bu felaketin neticesinde Avrupa’yı radikal bir biçimde dönüştürecek olaylar silsilesi yaşanmıştır. Rönesans, Reformasyon, Aydınlanma, hümanizm, rasyonalizm ve nihayetinde modernizmin hâkim olduğu Avrupa devletleri, daha batıya doğru giderek işgal ettikleri toprakları sömürgeleştirerek Avrupa uygarlığına giden yolun kilometre taşlarını döşediler.

1666 yılında İngiltere’de yaşanan ve farelerden kaynaklanan veba salgınında ise Newton, kendini karantinaya alarak bugün Newton kanunları olarak bildiğimiz sonuçlara ulaşmıştı. 1918-1920 yılları arasında tüm Avrupa ve Amerika’da etkili olan İspanyol gribi ise, küresel dengenin bozulması nedeniyle İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasında önemli bir faktör olmuştur.

Şu an Korona virüsünden kaynaklanan zararlar yeni yeni ortaya çıkmaya başladı. Özellikle küresel bir soruna ulusal çözümler aranması, her ülkenin kendi kaderine terk edilmesi, ulusal sınırların kalınlaştığı ve her toplumun içine kapandığı bir dönemi beraberinde getirdi bu küresel salgın. Bunun yanı sıra iktisatçıların açıklamalarına göre pandemi krizi, 1929 yılındaki meşhur Büyük Buhran’dan (Great Depression) daha fazla ekonomik olumsuzluk yaratacak. UNCTAD’ın hazırladığı rapora göre, gelişmekte olan ülkelerin yabancı yatırımı 2020 için % 5-15 oranında düşecek, beş bin uluslararası şirket gelirini % 9 oranında kaybedecek, otomotiv sanayii % 44, havacılık sanayii % 42 ve enerji sektörü %13 zarara uğrayacak ve maalesef işsizlerin çoğu işine geri dönemeyecek.

Haddi zatında yeni dünya düzeni tartışmalarını tetikleyen üç ana parametre mevcuttur: Bunlardan birincisi, küresel aktörler arasında denge ve insicamın sağlanamamasıdır. Küre çapında belirlenen rol dağılımı doğru bir şekilde işlemezse ülkelerin her faaliyeti, bir diğeri için tehdit niteliği taşıdığı gibi, uluslararası düzeni de tahrip edebilir. İkinci faktör ise, sistemin işlememesi ve çarkların durmasıdır. Bu durum aslında üçüncü faktör olan hegemon ve düzenleyici bir gücün olmamasıyla doğrudan ilişkilidir. Günümüzde yaşadığımız krizin ve yeni dünya düzeni arayışının kaynağı tam da bu nedenler oluşturmaktadır. On dokuzuncu yüzyılda küresel hegemon olan İngiltere, ABD ile kıyaslanamayacak kadar kudretli idi. Bugün ABD’ye alternatif yapılar, Amerika’nın zaafından kaynaklı olarak küresel aktörler haline dönüşmüş durumdadırlar. Avrupa Birliği, Rusya ve Çin buna en güzel örmeklerdir. Tam da bu noktada küresel aktör, hiper ya da süper güç olmakla hegemon olmanın farkı üzerinde de durmak gerekir. Hegemon gücü diğerlerinden ayıran en önemli özellik, uluslararası toplumun rızasını alabilmesidir. Örneğin İngiltere, 19. Yüzyıl boyunca her ne kadar sömürgeci karakterini acımasızca tatbik etse bile, en azından görünürde halklara eşit mesafede davrandığı ve tüm toplumların lehine politikalar ürettiği imajını vermeyi başarabilmiş idi.

Nitekim ABD’nin üstlendiği bu rolü, hakkını vererek yerine getiremediğini gören İngiltere, 2013 yılından itibaren Aslan Yürekli Richard döneminde olduğu gibi üzerinde güneş batmayan imparatorluğunu yeniden kurma hülyasına kapıldı. Aslında Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra –savaştan galip çıkmasına rağmen – dominyonlarının ekonomik ve siyasi yükünü kaldıramayacağını anlayan İngiltere, gönüllü olarak tüm küresel iddialarını ABD’ye terk etti. Bunun için Roosevelt ve Churchill arasında beş gün süren görüşmeler yapılmıştı. Ne var ki, birazdan açıklayacağımız üzere, ABD zamanla ekonomik milliyetçilik uygulayarak ve aşırı stratejik hırslarının kurbanı haline dönüşerek rolünün icabının yerine getiremez hale geldi. Bugün ABD’nin dünyaya adalet dağıttığını ve küresel barışa ve dayanışmaya hizmet ettiğini kim iddia edebilir?

İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde dizginleri ele alan ABD, Rusya’nın uzattığı dostluk elini itmiş, bilinçli bir biçimde uzlaşmazlıkları artırarak ideolojik kutuplaşmayı hâkim kılmış ve şaibeli olarak Soğuk Savaş’ın kurumlarını bir bir inşa etme çabası içine girişmiştir. Şaibeli ifadesini kullanmamızın nedeni, özellikle Birleşmiş Milletlerin kuruluş aşamasında Roosevelt’in yakın çevresine “tüm dünyaya hizmet edecekmiş gibi görünen ama sadece Amerika’nın çıkarlarını esas alan bir örgüt kurma” fikrini paylaşmış olmasıdır. Nitekim Birleşmiş Milletler, kendisine havale edilen nerdeyse hiçbir uluslararası meseleyi çözmemiş, Amerikan çıkarları için bu ihtilafları manipüle etmiş ve nihayetinde - son tahlilde– müktesebatı bakımından tarihin çöplüğüne dönüşmüştür. Haddi zatında Soğuk Savaş’ın diğer ana kurumları da Birleşmiş Milletlerden farklı bir mantıkla tesis edilmemişlerdir. NATO, Avrupa Konseyi, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF –ileride- dünyayı ABD’nin tek devlet olarak kaldığı küresel bir imparatorluğa dönüştürme anlayışlarını dibacelerinin ruhuna işlemişlerdir.

NATO İttifakının somut yansıması olarak kurumsal inşa sürecinin tamamlanmasının akabinde iki kutuplu dünyanın Soğuk Savaş mantığı içerisinde ABD kontrolü altında işleyebilmesi için üç mekanizma geliştirilmiştir. Bunlardan birinci 1944’te uzlaşılan Bretton Wooods sistematiğiyle dünyada uluslararası rezerv para olarak doların kabulü sağlanmıştır. En az bunun kadar önemli olan bir diğer adım; dolarla petrol arasında kurulan korelasyondur. Petro-dolar denklemi sayesinde ABD, dünyada her üretilen petrolün fiyatını tespit edecek, üretim kapasitesini ve dolaşım yörüngesini kontrol edecek imkâna kavuşmuştur. Bu sayede devletlerin kendi aralarındaki ticaret hacimleri, bütçeleri ve ithalat ihracat işlemleri hep dolar üzerinden yapılmış ve her işlemden ABD, dolar basmanın getirdiği senyoraj hakkını fazlasıyla almıştır. Petrolü hangi ölçekte, ne kadar üretileceği, kime satılıp kimden esirgeneceği ve varil başına fiyatı da gene ABD’nin belirlediği platformlarda kesinlik kazanacaktı.

ABD’yi küresel güç yapan ikinci parametre ise, dünyanın çatışma içerisinde olan ya da jeopolitik ya da jeostratejik önem taşıyan hemen hemen her bölgesinde kurduğu askeri üsleri olmuştur. Sözde NATO’nun savunma ve güvenlik şemsiyesi altında konuşlanan bu kuvvetlerinden hangisinin NATO’ya hangisinin ABD’ye ait olduğu pek de aşikâr değildir.  Bu müphem ve karmaşık denklemde ABD istediği ülkede askeri darbeler yaptırmış, kendi çıkarlarına mukavemet eden rejimleri devirmiş ve terör örgütleriyle işbirliği yaparak ülkeler içerisinde kaos ve anarşi yaratarak yönetimler üzerinde baskı kurmayı tercih etmiştir.

ABD’nin hiper/süper güç olmasına imkân sağlayan üçüncü ayak ise, malların, paranın, hizmetlerin, sermayenin ve işçilerinin küre çapında hiçbir engele takılmadan dolaşabildiği bir sistem olan küreselleşme ve onun ideolojisi konumundaki neo-liberalizm olmuştur. Bu ideolojiye göre, ulus-devletler küresel sistem içerisinde misyon yüklenemeyecek kadar zayıf ve atıl aktörlerdir. Yabancı doğrudan yatırımlar (foreign direct investment), yabancı ortaklı şirketler (joint venture) ve çok uluslu şirketler (multi-national corporations) devletlerin yerini hızla almaktadırlar. Öyle ki bu aktörler bir savaşı çıkarabilecek, ya da devam eden bir savaşı durdurabilecek ya da ulus devletin verdiği ideoloji ve aidiyetten daha fazlasını sağlayabilen dev organizasyonladır. Bu ekonomik kurgunun bir de sosyolojik boyutu mevcuttur. Neoliberalizm öyle güçlü bir dünya görüşü ve medeniyet algısı oluşturmuştur ki, Francis Fukuyama’ya göre, dünyanın ve tarihin sonu gelmiştir. Yan, küreselleşme olgusu var olduğu ve küreselleşmenin patronu olarak ABD’nin kaim olduğu sürece başka bir tarih, başka bir ideoloji ve başka bir medeniyet asla küre çapında kendine varlık alanı bulamayacaktır. Bu analyışın mensuplarından Daniel Bell, daha 1960’larda ideolojilerin sonu (end of ideologies) tezini, 1990’ların başında Francis Fukuyama tarihin sonu (end of the histoy) teziyle ortaya çıkarken dünya beklenmedik bir olayla karşılaşmış ve bu ideolojiler, tartışılmaya ve geçerliliklerini yitirmeye başlanmışlardır.

1990’ların başında Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgaliyle başlayan ve ABD önderliğinde uluslararası koalisyonun müdahalesiyle devam eden süreç, din, milliyet ve etnik köken ayrımı yapmadan tüm dünya insanlarına kazandıracak küreselleşme mefkûresinin yarattığı olumlu atmosferi bir anda berhava etmiştir. Bu dönem, küreselleşme ideolojisinin getirdiği normatif değerler sisteminin sorgulanmaya ve hatta itibarını yitirmeye başladığı devirler olarak tarihe geçmiştir. Zira artık insanlığın ortak değerleri ve kolektif çıkarlar bir tarafa atılmış ve artık medeniyetler arası savaşlarla birlikte Samuel Huntington’ın medeniyetler arası çatışma (the clash of civilizations) nazariyesi hükümran olma eğilimine girmiştir.

Öte yandan 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, 1990’da Doğu Avrupa’da sosyalizme karşı mukavemet hareketlerinin ortaya çıkması ve nihayet 1991’de SSCB’de komünist partinin parçalanarak ideolojik ve ekonomik iflasını ilan etmesi, yeni dünya düzeni tartışmalarını daha da alevlendirmiştir. Bu yıllardan iki binlerin başına kadar ABD yönetimi küreselleşmenin temel değer ve ideallerine önemli ölçüde bağlı kalmış ve dünyada çatışmaları en aza indirecek tedbirleri almaya çalışmıştır. Bill Clinton’ın iktidarda olduğu bu dönem, dünyaya kısmen de olsa nefes aldırmış, herkesin mümkün mertebe kazandığı, sınırların önemli ölçüde ortadan kalktığı ve ayrımcılığın minimum düzeyde tutulduğu bir zaman dilimi hâkim olmuştur. İddiamız şudur ki, eğer ABD bu yönetim anlayışını sürdürebilmiş olsaydı, komünist dünyanın ve Varşova Paktı’nın temsilcisi olarak SSCB’nin uluslararası sahneden çekildiği bu dönem ve sonrasında ABD, dünyanın tek hegemon gücü olarak kalabilirdi.

Üzülerek ifade etmeliyiz ki, ABD’nin jeopolitik hırsı ve o zamanki adlandırmayla Neo-Con (Yeni Muhafazakâr) Bush Yönetimi’nin belirlediği – Savunma Bakanı Paul Wolfowitz, Karanlıklar Prensi Richard Perle ve Dışişleri Bakanı Colin Powel gibi – karanlık isimlerden oluşan savaş kabinesinin gelmesi ve ince ayarla gerçekleştirilen 11 Eylül 2001 terörist saldırıları farklı bir yeni dünya düzenin işaret fişeğini yansıtmaktaydı. Bu defa gerçekten 2002’de Afganistan’ın 2003’te Irak’ın işgaliyle dünyanın üzerine kâbus gibi çöken yeni ve acımasız bir dünya vardı artık. Bu dünya kanın, gözyaşının ve masum ve mazlumların feryatlarının hiç eksik olmadığı bir dünya idi. Ancak aslında bu zaman dilimi, hoyrat, kaba ve barbar Amerikan yüzyılının sonuna da işaret etmekteydi. Zira Paul Wolfowitz, “Biz sadece Irak’ı işgale değil, aynı zamanda bize ayak bağı olan Birleşmiş Miletlere de son vermek için sefere çıkıyoruz” anlamına gelecek sözler sarf ederek ABD’nin uluslararası hukuku, uluslararası toplumu ve küresel dengeleri dikkate almaksızın dünya düzenini yeniden değiştirmek istediklerini alenen deklare etmişti.

Bu meyanda bir sonraki yeni dünya düzeni arayışı 2008 küresel mali kriziyle gündeme geldi. ABD’de Wall Street’in azgın kredilendirme, borsa manipülasyonları ve ödenmesi imkânsız ev kredileri üzerinden kaynaklanan mortgage krizi artık küresel sisteme duyulan güveni sıfıra indirmişti. Bu dönemde devletler ekonomiye aşırı müdahalede bulunmuş ve kurtarma operasyonları belirleyici olmuştu. Ancak krizin hafiflemesinin akabinde “tekelci devlet” anlayışı genel itibarıyla uluslararası toplum tarafından kabul görmemiştir. Nitekim 2010 sonu itibarıyla başlayan Arap Baharı süreci de Ortadoğu’nun donmuş olan sosyolojik zamanını yeniden işletmeye başlayacak ve bölgeye demokrasi, insan hakları ve refah getirecek bir ivme olarak algılansa da, arzulanan yeni dünya bir türlü inşa edilememişti.

Sonuç itibarıyla, büyük olaylar büyük dönüşümleri getirebilirler. Ancak insanların geçmiş alışkanlıklarını ve devletlerin kurdukları nizamın devamı hususunda tutucu olduklarını dikkate almak gerekir. Nitekim büyük salgınlar, vebalar, hastalıklar insanlık tarihinde rejimleri değiştirmişler, sosyal hayatı dönüştürmüşler ve farklı bir dünya düzeninin kurulmasına vesile olmuşlardır. Korona virüsünün oluşturduğu pandeminin günümüz küresel sistemini ve siyasal trendini ne denli dönüştürebileceğini bir sonraki makalemizde değerlendireceğiz.            

 

                  

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.