SON DAKİKA
Hava Durumu

Siyaset ve Hayat

Yazının Giriş Tarihi: 10.11.2017 13:46
Yazının Güncellenme Tarihi: 10.11.2017 13:46

İki bin yıllık geçmişe sahip olan siyaset olgusu, önemli bir metodolojik farklılık kazanarak, yirminci yüzyılın başından itibaren siyasal olan/alanı, toplumsal olan/alanla birlikte incelemeye başlamış ve böylelikle klasik siyaset sosyolojisi (başka bir ifadeyle siyasetin sosyolojisi) bir disiplin olarak doğmuştur. Bu disiplin temel anlamda siyasal yapı ve oluşumların arkasında yer alan sosyolojik saiklar ve insan davranışının siyasal alanı nasıl şekillendirdiği üzerine odaklanmış ve temel konu olarak kendine siyaset - toplum, özelde de devlet - toplum arasındaki toplumsal etkileşim alanını seçmiştir. Devlet mi toplumu belirler, yoksa toplum mu devleti şekillendirir problematiği bu dönemin en revaç bulan tartışma konusu yapılmış ve siyasetin toplumsal kökenleri üzerinde durulmuştur. Özetle bu dönem siyaset olgusunun sosyolojik paradigmayla çözümlenmeye çalışıldığı bir oluşum sürecidir.

İkinci dünya savaşından sonra disiplin, özellikle - bu disiplinin en belirleyici referansı olan - Lipset’in Siyasal İnsan adlı eseriyle siyaset olgusunun sosyal temellerini demokrasi ile ülkelerin eğitim, sanayileşme, şehirleşme düzeyi gibi sosyal değişkenler arasındaki korelasyon üzerinden analiz etmeye teşebbüs etmiştir. Farklı siyasal analiz metotlarının disipline girmesiyle klasik siyaset sosyolojisi yerini modern siyaset sosyolojisine bırakmış, siyasetin sosyolojisi siyaset sosyolojisi haline dönüşmüştür. Bu dönemin ilk eserleri; cemaat-iktidar yapıları, elitler, devrim ve toplumsal değişme gibi konuları gündeme taşıyarak modern dönemin işaret fişeğini ateşlemişlerdir.

Yeni bir analiz metodu ve çerçevesi kazanan disiplin, ulus-inşa stratejileri, ideolojiler, siyasal katılım, siyasal partiler, rejimler, siyasal karar alma süreçleri, siyasal topluluk, temsiliyet meselesi, demokrasi, bireyselleşme, kentleşme, kültür gibi parametreler üzerinden toplumsal yapı ve kültürü etkileyen somut politik fenomenlere ilişkin sosyolojik araştırma istikametinde yeni bir ivme kazanmıştır.

İkinci dünya savaşından sonra ulus-devletlerin sayılarının hızla artması, sanayileşme, kentleşme, göç, bireyselleşme ve daha sonra gündeme gelen küreselleşme olguları yönetici- yönetilen ve siyasal olan /alan – toplumsal olan /alan arasındaki ilişkilerin anlaşılması ve çözümlenmesini elzem bir ihtiyaç haline getirdi. Öyle ki bu dönem insanların bir taraftan ulus-devletlerin dayattığı ulusal ideolojiler çerçevesinde homojenleştirme çabalarına maruz bırakılmaları başta olmak üzere sosyolojik inşalara şahit olurlarken, öte yandan bireyselleşmenin güçlendiği, insanların kendi ihtiyaç, ilgi ve talepleri tarafından belirlenen bireysel alanlar kazandığı bir zaman dilimine tekabül etmekteydi. Tüm bunların üzerinde malların, hizmetlerin, sermayenin ve kişilerin küre çapında dolaşımına imkân sağlayan küreselleşme ve küreselleşmenin ideolojisi olarak neo-liberalizm, Avrupa’dan başlayarak peyderpey tüm dünyayı etkisi altına almaktaydı. Siyaset kurumu sivil toplum örgütleri, çok uluslu şirketler ve ulus-üstü kurumsal aidiyet geliştiren yeni aktörleri devreye sokmuştu.

Bu zaman diliminde, gelişmekte olan ülkelerden Avrupa ve Amerika başta olmak üzere, endüstrileşmenin yoğun olduğu coğrafyalara akın akın insan göçü yaşanmaya başlandı. Tabiatıyla, insanlarla beraber insanların kültürleri, inançları, hayat tarzları ve hayata bakış açıları da farklı topraklarda yeni sentez kültürlerin oluşumuna yol açtı. Bu yeni kültürel etkileşim bir yandan farklı kültürlerin farklılıklarını yitirmeden, bir arada yan yana ve iç içe yaşaması demek iken çokkültürlülük pratiği oluştururken, siyasal bağlamda ise azınlık sorunları, göç problemleri, iltica politikaları ve temsiliyet problemleri dünya siyasetini meşgul etmekteydi.

Doksanlı yıllara geldiğimizde ‘Tarihin Sonu’ adlı teziyle küreselleşmenin temel ideolojisi olan neo-liberalizmin tüm ideolojileri geçersiz kıldığını, neo-liberalizm dışında hiçbir ideolojinin toplumu temsil edemediğini ifade eden Fukuyama, uygarlıklar arası savaşın başlamasına neden olan Amerika’nın Irak’ı işgaliyle yerini Samuel Hungtington’ın ‘Medeniyetler Arası Çatışma’ tezine bıraktı.  Bunun en bariz örneği 1992’de başlayan ve 1995 sonuna kadar süren Bosna savaşıydı. İki kutuplu dünyanın nihayete ermesi, daha önce sağlanan görece istikrar ve barışı bozmuş, Pandora’nın Kutusu adeta hiç kapanmamak üzere açılmıştı.

Gittikçe artan gerginlik ve ayrışmalar; dinler, uluslar, uygarlıklar ve kültürler arasında çatışmaları kaçınılmaz kılmaktaydı. 11 Eylül 2001 terörist saldırılarından meşruiyet kazanan ABD tarafından 2003 yılında gerçekleştirilen Irak ve Afganistan işgalleri, 2004 yılında Kafkasya’da başlayan çatışmalar, 2010 sonunda halkların toplumsal dinamikleriyle ortaya çıkan Arap Baharı etnik, dini ve mezhepsel farklılıkları birer savaş alanına dönüştürmekteydi. Bu bakımdan iki binli yıllar ‘kimlik siyasetinin’ hâkim olduğu bir dönem olarak tarihe geçecekti. Öyle ki Suriye ve Irak başta olmak üzere tüm Ortadoğu coğrafyasında sahne alan ve kimlik siyaseti üzerinden şekillenen savaşlar ciddi bir mülteci sorunu yaratmakta ve bu sorun İngiltere’nin Avrupa Birliğinden ayrılmasına kadar gidecek bir domino etkisi yaratmaktaydı. Bu ayrılışın şokunu yaşayan Avrupa, öte yandan kendini İslami parametrelerle tanımlayan bir terör örgütünün (IŞİD/DAİŞ)  şiddet ve vahşetinden kurtaramıyor, öte yandan etnik ayrımcılık ve bölücülük noktasından hareket eden PKK terörü Türkiye’nin peşini bırakmıyordu. Tüm bunlar olurken büyük devletler bu terör örgütleri üzerinden ülkemizin güneyine taarruz etmek ve güvenliksizlik üreten bir coğrafya yaratmak suretiyle parçalanmış, kuşatılmış ve yalnız bırakılmış federal bir Türkiye amacına yönelik hamleler yapmaktaydılar.

Bu bağlamda dini bir cemaat kisvesine bürünmüş ve kırk yıllık bir zaman diliminde ülkenin tüm stratejik kurumlarına sızmış bir terör örgütü (FETÖ), akamete uğrayan bir darbe girişiminde bulunarak inanç alanını siyasete tahvil etmenin en sapkın bir örneğini sergiledi. Bu olup bitenlerin tamamı günümüz modern siyaset sosyolojisinin temel çalışma alanlarını oluşturmaktadır. Terör örgütlerini besleyen toplumsal arka plan, küreselleşmenin ve çokkültürlülüğün kurumsallaşamamasının getirdiği marjinalleşme, İslamofobi, yabancı düşmanlığı (xenophobia), ırk ayrımcılığı (Apartheid), yükselen faşizm, şovenizmle at başı giden ırkçılık, radikalleşme ve ötekileştirme ancak siyaset sosyolojisinin metot ve kavrayışlarıyla anlaşılabilecek ve üzerine çözüm üretilebilecek sorunlar olarak görülmektedir.

Diğer yandan gün geçtikçe anlaşılması daha da zorlaşan dünyamızı anlaşılır kılmak adına birtakım kolektif sembol ve temsiller eşliğinde hayatı algılamaktayız. İçinde yaşadığımız toplum sosyalleşme süreçleri içerisinde bizlere, farklı kültür ve inançlara dair önyargılar, imajlar ve kalıp düşünceleri empoze etmektedir. Ancak bu sembol ve temsiller çoğu zaman gerçekle ciddi bir ayrışma içinde şekillenerek yabancısı olduğumuz fikir, kültür ve yapıları birer tehdit alanı olarak yansıtmaktadır. Tam da bu bağlamda siyaset sosyolojisi, toplumsal dinamiklerle siyasal alan arasındaki mekanik ve doğrusal ilişkiden hareketle, siyasetin toplumsal olan ve alanı zehirlemesine engel olacak tedbirleri sunma potansiyeline sahiptir.

Demokrasinin, sivilleşmenin ve çoğulculuğun bir sonucu olarak siyasal katılımın bir hak olarak yer aldığı, karar alma mekanizmalarında birey ve sivil toplum kuruluşlarının bulunmasının elzem görüldüğü bir vasatta toplumsal dinamiklerle siyasal olgular arasında korelasyon kurmak ve bu iki alanın birleştiği ortak alanda uzlaşma zemini yakalamak, günümüz modern siyaset sosyolojisinin misyonlarından en önemlisi haline gelmiştir. Bu meyanda bugün Avrupa ve Türkiye, kimlikler ve aidiyetler üstü bir Anayasa’ya sahip olma arayışı içindedir. Zira günümüzün en büyük problemlerinden birisi de birbiriyle çatışan ve çelişen bireysel ve kolektif taleplerin kamusal alanda –bir harmoni içerisinde - temsiliyeti problemidir.

Siyaset sosyolojisi, netice itibarıyla, postmodernleşme, küreselleşme ve güvenlikleştirme olgularının yarattığı yeni sosyo-politik ortam, toplumsal dönüşümler, siyasal alandaki kırılmalar ve farklılaşan siyaset sosyolojisi disiplininin metot ve parametrelerinden hareketle politik aktörler, siyasal süreçler ve karar alma mekanizmaları üzerine odaklanmaktadır. Toplumsal yapı ve politik olgu arasındaki korelasyon bağlamında siyaset alanında kurgulanan yeni sembolik inşaacılık, kozmopolit kavrayışlar, yeni risklere karşı güvenlikleştirme siyaseti, kimlik arayışından kaynaklanan sosyal hareketler, sivil toplum ve kamusal alan, ulus-ötesi yaklaşımlar üzerinden tanımlanan özgün vatandaşlık kuramı, uluslararası ilişkileri normalleştirmeyi hedefleyen farklı bir devlet ve egemenlik yaklaşımı ve güncel dış politika ve uluslararası gelişmeleri bağlamında yeniden tanımlanmaya muhtaç olan kimlik siyaseti, ideolojiler ve siyasal alanın kapsamı tartışmaları eserin ana omurgasını teşkil etmektedir. Bu disiplini özgün kılan en önemli veçhe, yeni oluşmakta olan sosyal gerçeklikler üzerinden siyasalın tepkisini anlaşılır, akıcı ve iddialı bir üslupla anlama, açıklama ve çözümleme arayışıdır.

 

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.