Sarı Yelekliler Hareketi ve Avrupa göçmen krizini niçin çözemiyor?
Yazının Giriş Tarihi: 25.12.2018 13:39
Yazının Güncellenme Tarihi: 25.12.2018 13:39
Farklı kültürlerin farklılıklarını yitirmeden bir arad, yan yan ve iç içe yaşamasını sağlamak amacıyla ortaya açılan çokkültürlülük politikaları, göçmen sorunu çözmede başarılı bir sınav verememiştir. Hâlbuki çokkültürlülük politikalarını ortaya koyanların yaklaşımlarına göre, göçmen azınlıkların ulusal birlik ve sosyal uyum –u sağlaması imkansız görünmemektedir. Bu sonuç pek çok göçmenin yeni toplumlarına, kendileri ve ailelerinin güzel bir hayat kavuşması için, gönüllü olarak katıldıkları ve bu nedenle siyasi ve ekonomik kurumların oluşturduğu vasata uyum konusunda da son derece istekli oldukları algısıyla ilgilidir. Göçmen azınlıkları bundan dolayı Kymlicka’nın yeni toplumda “entegrasyonun adil şartları” diye adlandırdığı parametreler çerçevesinde ayrı bir getto ya da izole edilmiş etnik yerleşim birimleri oluşturmama eğilimdedir. Tabii ki bu ifade göçmen kaynaklı çeşitliliğin sosyal uyum açısından hiçbir problem yaratmadığı anlamına gelmez. Aslında, güven ve toplumsal işbirliği düzeyinin, artan etnik kültürel çeşitlilikle birlikte azaldığına yönelik yeterli delil mevcuttur Çeşitliği oluşturan çeşitli politik ve sosyolojik formlar diğerlerine göre daha problemli olabilir.
Örneğin göçmenler ve ev sahibi ülkenin üyeleri arasındaki fiziki, kültürel ya da dini farklılıklar çok fazla değilse entegrasyon yumuşak ve ılımlı bir geçişle sağlanabilir ama bu farklar büyüdükçe entegrasyon o ölçüde zor ve çetin hale gelir. Zira burada ölçü, yeni gelenlerin büyük topluma uyum gösterme konusundaki niyeti ve çabasıdır. Tam da bu bağlamda yeni gelenlerin ana topluma entegrasyonu konusunda çarpıcı bir rekora sahip olan Kanada’yı ele alırsak, burada Doğu Asya, Afrika ve Karayipler kökenlilerin görünür azınlık geçmişleri ırkçılığı tetikleyen bir faktör olmuştur. Sözde İslami aşırıcılıktan duyulan kamusal korku ve kuşku Avrupa’da Müslüman göçmenlerin entegrasyonu hususunda ciddi bir engel teşkil etmektedir ve bu korkuların abartılarak İslamofobiye dönüştürülmesi, Müslüman azınlığın toplum dışına itilerek marjinalleştirilmesi tehlikesini de beraberinde getirmektedir.
Bununla birlikte, bu kabil çetin entegrasyon problemlerinde “normalleştirici” çokkültürlü politikaların hayata geçirilebilmesi için aklı merkeze yerleştirmek elzemdir. Bu siyasi tedbirlerden bazıları, nefret suçlarına ve diğer ırkçılık kaynaklı suçlara karşı önleyici sosyo-ekonomik politikalar, etnik, ırki ve dini hoşgörüyü teşvik etmeye yönelik hükümet destekli kitlesel medya kampanyaları, çokkültürlülüğün resmen tescili, karşılıklı kültürel etkileşimleri, eğitim ve anlayışları teşvik edecek kültürel festival ve sanat faaliyetlerinin desteklenmesi olarak kaydedilebilir.
Bu kabil politikaların amacı, kamuoyunu etnik kültürel çeşitliliğin bir tehdit olmadığını, bilakis insan hayatını zenginleştiren normal bir olgu olarak yüceltilmesi gerektiği hususunda ikna etmektir. Aynı zamanda etnik, ırki ve dini zeminde zulüm, işkence ve ayrımcılık yapmanın kesinlikle hoşgörü gösterilemeyeceği ve bu kabil politikaların herkesin “evinde mutlu” olmaları için güvenlik ve saygıya dayalı bir sosyal çevreye ulaşmak amacıyla tasarlandığı belirtilmelidir. Çokkültürlüler polis teşkilatı ve silahlı kuvvetler başta olmak üzere devlet memurluğunda azınlık mensuplarını istihdam etmek, kıyafet yönetmeliği ve çalışma saatlerini azınlıkların kendine özgü şartlarına göre tanzim etmek ulusal kurumların tüm kültürel sosyal çevrelere ait olduğuna yönelik açık bir mesaj göndermek demektir.
Bu yaklaşımın bir uzantısı olarak, Parekh ve Modood yeni göçmenlerin ev sahibi ülkenin ulusal kimliğini kucaklama hususunda daha gönüllü olabileceğini iddia eder. Bu sadakatin şartı, kimliği destekleyen ve ifade eden kamusal sembollerin ve kurumların şekillenmesinde bu göçmenlerin eşit ve değerli rol aldıklarını hissetmeleridir. Bilakis, yeni gelenler ulusal kimliği sahiplenme görevi olmasına rağmen bu kimliğin inşa ve şekillenmesinde hakları olmaması durumunda ulusal kimliğe bağlılıktan kaçınacaklardır.
Yukarıdan beri ifade edilen veri ve parametreler teorik açıdan yeterlidir ama tüm bu iddiaların kanıtı nedir? Bu alanda yapılan deneysel çalışmalar tatmin edici neticeler vermemiştir ve bize oldukça karmaşık ve çelişkili şeyler söylemektedirler. Ancak madalyonun pozitif yüzüne baktığımızda, çokkültürlülük ve etnik uyum arayışı içerisinde olan ülkelerin, eleştirmenlerin uyardığı olumsuz sonuçlardan kendilerini koruduğunu memnuniyetle görmekteyiz. Örneğin, Kanada 1970’lerden beri resmen çokkültürlü politikalar izlemektedir ve dünyanın hemen hemen her bölgesinden göçmen kabul etmektedir ve – yukarıda bahsedilen – etnik gettolaşma, etnik aşırıcılık, dini radikalizm, etnik yapılar arası şiddet ya da güven ve sosyal uyum düzeyinde azalma gibi olumsuzlar Kanada’da söz konusu değildir. Buna mukabil göçmenler ve Kanada doğumlular arasında karşılıklı ayniyet ve kimlik paylaşımı çok üst düzeyde seyretmektedir. Gerçekten de, Kesler ve Bloemraad pek çok ülkeyi içine alan karşılık kültür analizlerinde güven ve entegrasyona dayalı pek çok problemin olumlu bir sürece dönmesinde pozitif etki yaptığını somut kanıtlarıyla ortaya koymayı başarmışlardır.
Pek çok ülkeyi içine alan bir diğer karşılıklı kültür analizinde, göçmenleri hedefleyen çokkültürlü politikalara sahip olan ülkelerde göçmenlerin ülkelere zenginlik getirdiği açıkça ispatlanmıştır. Ayrıca çokkültürlülüğün refahın yeniden dağıtılmasında kamu desteğini sağlayan sosyal dayanışma bağlarını güçlendirdiği bilimsel anlamda ortaya konmuştur. Başka bir delil de Avustralya, Kanada ve İsveç gibi çokkültürlü uyuma dayalı çok güçlü rejimlere sahip olan ülkelerin pek çok göçmenin topluma entegrasyonunda büyük başarılara imza atmış olmalarıdır. Buna ilaveten bu ülkelerin, çokkültürlü olmayan ülkelere göre entegrasyonun, istikrarın ve sosyal uyumun sağlanmasında çok daha büyük performans ortaya koydukları kayda geçirilmiştir.
Tüm bu delilleri özetleyen Kymlicka’nın vardığı sonuç şudur: “Göçmenlerin topluma entegrasyonu çokkültürlü politikaları resmen kabul eden ülkelerde (Kanada ve Avustralya) çokkültürlü olmayanlara göre (Birleşik Devlet ve Fransa) daha hızlı ve sağlıklıdır. Ve bu göçmenler sadece kurumsal olarak bütünleşmiş değildir, aynı zamanda siyasi katılım sürecinde aktif katılımcılar haline gelmişlerdir. Temel kurumların istikrarını korumak ve liberal demokratik değerleri yüceltmek de bu göçmenlerin öncelikleri arasında yer almaktadır”
Ne var ki, bu delil sonuca ulaştırmaktan uzaktır ve çokkültürlü politika savunucuları dahi yüksek oranda göçmen alan toplumlarda çokkültürlü politikaların sosyal uyum ve entegrasyona doğrudan katkısı olduğuna dair yeterli kanıtın olmadığını itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Örneğin, her ne kadar çokkültürlü politikaların refahın yeniden dağıtılması hususunda olumsuz bir tesiri olmasa da, vatandaş dayanışmanın sosyal temelleri konusunda nötr kalabilmektedir. Benzer bir biçimde sağlam çokkültürlü politikalara sahip ülkelerin yeni göçmenleri kabul etme ve toplumla bütünleşme son derece başarılı olduğu görülse de, çokkültürlü politikaların tek başına bu başarının kaynağı olduğunu söylemek de doğru olmaz. Bu bağlamda şunu daima zihnimizde tutmalıyız ki, çokkültürlü politikalar yeni gelenleri toplumla bütünleştirme çabalarında hükümetlerin elinde yasama gücü bulunmaktadır. Yasamanın doğrudan etkileyebildiği en önemli alan, vatandaşlık verme boyutudur. Doğru ve adil bir göçmen seçme sistemi, göçmen alımını yönetilebilir hale getirir ve bu göçmenlere etkin bir biçimde istihdam alanı yaratabilir. Buna ilaveten istihdam rekabetinde mesleki birikimi olmayan ve bundan dolayı dezavantaj yaşayabilecek durumdaki göçmenlere tanıma politikaları yardımcı olabilir.
Tüm bunlarla beraber yanlış bir çokkültürlü politika tercihi, beklenenin aksine, göçmenlerin topluma uyum ve bütünleşmesini oldukça olumsuz yönde etkileyebilir. Örneğin Hollanda’da çokkültürlü politikalar potansiyel vatandaşların entegrasyonu için bir araç olarak değil de, işi bittikten sonra ülkeyi terk etmesi beklenen yabancı işçilerin geçici uyumu için bir vasıta olarak algılanır. Zihinlerde oluşan bu fikrin bir uzantısı olarak Hollandalı yetkililer, azınlıklar ve geniş toplum arasında ayrım yaratan ayrı okullar, hastaneler ve konutlar oluştururlar. Tam da bu nedenle Hollanda’ya yeni gelenlerin ulusal dili öğrenmeleri ve ana toplumun kimliğini edinebilmeleri için çok az bir kaynak ayrılır. Pek çok siyasi düşünürün de hemfikir olduğu üzere bu politika çerçevesi, Hollanda toplumun farklı kesimleri içerisinde etnik unsurlar arasında bölünme, kuşku ve güvensizliği artırmaktadır.
Aynı zamanda bu durumu tek başına çokkültürlü politikaların başarısızlığı olarak yorumlamak yanlıştır. Zira özgün entegrasyon karşıtı Hollanda politikası, Kanada ve Avustralya gibi ülkelerin öncülük ettiği çokkültürlülüğe dayalı ulus inşasına karşıt bir biçimde inşa edilmiştir. Bu ülkelerde azınlık farklılıklarını tanıma ve azınlık özerkliğinin kurumsallaştırılması gibi çokkültürlü politikaların entegrasyonu bozunuma uğratan potansiyeli, David Miller’ın şu ifadelerinde belirtildiği gibi dengelenmeye çalışılır: “ulusal vatandaşlık politikalarının amacı, göçmen gruplarının sosyal entegrasyonunu sağlamak, bu grupların devlete bağlılıklarını derinleştirmek ve bunların demokratik siyasetle ilgilenmelerini teşvik etmektir”. Bu kabil politikalar geniş toplumun üyeleri arasında kuşkuyu azaltmada yardımcı olur ve bu azınlıklar, çokkültürlü politikaların yarattığı etnik ayrımcılığın bir neticesi olarak, yeni çevrelerine kendilerini uyarlama sorumluluğu altına girmezler. Gerçekten de, bu ulus-inşası stratejilerinin başarıları Hollanda ve Birleşik Krallık gibi pek çok Avrupa ülkesinin göçmenle bütünleşme politikalarının artışıyla doğru orantılıdır. Bu ülkelerde çokkültürlü politikalar çok ön planda görünmese bile tamamen elimine edilmiş de değildir.
Kuşkusuz doğru tür, isabetli doz ve doğru kombinasyonla tercih edilen çokkültürlü politikalar, göçmen azınlıklarının ahenkli bir entegrasyon oluşturmasını asla teminat altına alamayacaktır. Örneğin Raz, çokkültürlü politika reformlarının bir ölçüde entegrasyon sağlayıcı isabetli bir faktör olduğunu, bunun daha radikal ve hızlı olanının toplumsal bir geri tepmeyle neticelenebileceğini isabetle belirtir. Entegrasyon ve sosyal uyum başta olmak üzere, geniş toplumun ekonomik istikrarı (ekonomik krizlerin olduğu dönemlerde yabancılara karşı toplumsal öfke büyümektedir), göçmen politikasının toplumda yer edinme süresi (vatandaşların yeni gelenleri kabul etme fikri, göç süresi uzadıkça azalır), olağanüstü siyasi olaylar (terörizm gibi topluma tedhiş ve korku uyandıran olaylar göçmenlere duyulan kuşkuyu artırır) kamuoyunun azınlıklara, göçmenler, göçmen politikalarına ve çokkültürlülüğe bakışını şekillendirmede etkin rol oynamaktadır. Tüm bunlarla birlikte yeni gelenlerin geldikleri ülkede ikamet süresi, ulusal dilleri öğrenme istekleri, sosyal, ekonomik ve siyasi kurumlara dahil olma motivasyonları ve geniş toplumun temel değerleriyle çatışan kültürel pratiklerini uyarlama arzuları da geniş toplumun entegrasyon ve sosyal uyumu hususunda oldukça belirleyici parametrelerdendir. Nihai olarak toplumsal bütünleşme ya da entegrasyon başarısı hem yeni gelenlere ve hem de vatandaşların oluşturdukları kurulu düzene bağlı olan karşılıklı bir etkileşim olgusudur.
Tüm bu serinkanlı ve bilimsel değerlendirmeler ışığında ekonomik krizleri çözemeyen, kendi içerisinde birlik ve bütünlüğü sağlayacak ortak politikalar geliştiremeyen ve devlet ve vatandaş arasında karşılıklı güveni tesis edemeyen Avrupa ülkelerinde istikrarsızlık yayılarak devam edecektir. Fransa’da başlayan Sarı Yelekliler (Yellow Jackets) Hareketi, basit bir sivil itaatsizlik eylemi olmaktan çıkmış, Hollanda ve Belçika başta olmak üzere artık bir Avrupa olayı haline gelmiştir. Kuşkusuz bu devinimin bir nedeni de Avrupa Birliği’nin basiretsiz ve bıktırıcı politikalarıdır. İyi yönetilemeyen bu sokak gösterileri sıradan vatandaşların protesto hareketleri olmaktan çıkmış, bilakis aşırılıkçı, radikal ve ayrılıkçı teröristlerin damgasını vurduğu bir kalkışmaya dönüşmüştür. Son olarak belirmeliyiz ki, kendi değerlerine ihanet emenin ve özellikle Türkiye’deki terörist aktörlere arka çıkmanın bedelini Avrupa, çok ağır ödeyecek gibi görünmemektedir.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Prof. Hüsamettin İnaç
Sarı Yelekliler Hareketi ve Avrupa göçmen krizini niçin çözemiyor?
Farklı kültürlerin farklılıklarını yitirmeden bir arad, yan yan ve iç içe yaşamasını sağlamak amacıyla ortaya açılan çokkültürlülük politikaları, göçmen sorunu çözmede başarılı bir sınav verememiştir. Hâlbuki çokkültürlülük politikalarını ortaya koyanların yaklaşımlarına göre, göçmen azınlıkların ulusal birlik ve sosyal uyum –u sağlaması imkansız görünmemektedir. Bu sonuç pek çok göçmenin yeni toplumlarına, kendileri ve ailelerinin güzel bir hayat kavuşması için, gönüllü olarak katıldıkları ve bu nedenle siyasi ve ekonomik kurumların oluşturduğu vasata uyum konusunda da son derece istekli oldukları algısıyla ilgilidir. Göçmen azınlıkları bundan dolayı Kymlicka’nın yeni toplumda “entegrasyonun adil şartları” diye adlandırdığı parametreler çerçevesinde ayrı bir getto ya da izole edilmiş etnik yerleşim birimleri oluşturmama eğilimdedir. Tabii ki bu ifade göçmen kaynaklı çeşitliliğin sosyal uyum açısından hiçbir problem yaratmadığı anlamına gelmez. Aslında, güven ve toplumsal işbirliği düzeyinin, artan etnik kültürel çeşitlilikle birlikte azaldığına yönelik yeterli delil mevcuttur Çeşitliği oluşturan çeşitli politik ve sosyolojik formlar diğerlerine göre daha problemli olabilir.
Örneğin göçmenler ve ev sahibi ülkenin üyeleri arasındaki fiziki, kültürel ya da dini farklılıklar çok fazla değilse entegrasyon yumuşak ve ılımlı bir geçişle sağlanabilir ama bu farklar büyüdükçe entegrasyon o ölçüde zor ve çetin hale gelir. Zira burada ölçü, yeni gelenlerin büyük topluma uyum gösterme konusundaki niyeti ve çabasıdır. Tam da bu bağlamda yeni gelenlerin ana topluma entegrasyonu konusunda çarpıcı bir rekora sahip olan Kanada’yı ele alırsak, burada Doğu Asya, Afrika ve Karayipler kökenlilerin görünür azınlık geçmişleri ırkçılığı tetikleyen bir faktör olmuştur. Sözde İslami aşırıcılıktan duyulan kamusal korku ve kuşku Avrupa’da Müslüman göçmenlerin entegrasyonu hususunda ciddi bir engel teşkil etmektedir ve bu korkuların abartılarak İslamofobiye dönüştürülmesi, Müslüman azınlığın toplum dışına itilerek marjinalleştirilmesi tehlikesini de beraberinde getirmektedir.
Bununla birlikte, bu kabil çetin entegrasyon problemlerinde “normalleştirici” çokkültürlü politikaların hayata geçirilebilmesi için aklı merkeze yerleştirmek elzemdir. Bu siyasi tedbirlerden bazıları, nefret suçlarına ve diğer ırkçılık kaynaklı suçlara karşı önleyici sosyo-ekonomik politikalar, etnik, ırki ve dini hoşgörüyü teşvik etmeye yönelik hükümet destekli kitlesel medya kampanyaları, çokkültürlülüğün resmen tescili, karşılıklı kültürel etkileşimleri, eğitim ve anlayışları teşvik edecek kültürel festival ve sanat faaliyetlerinin desteklenmesi olarak kaydedilebilir.
Bu kabil politikaların amacı, kamuoyunu etnik kültürel çeşitliliğin bir tehdit olmadığını, bilakis insan hayatını zenginleştiren normal bir olgu olarak yüceltilmesi gerektiği hususunda ikna etmektir. Aynı zamanda etnik, ırki ve dini zeminde zulüm, işkence ve ayrımcılık yapmanın kesinlikle hoşgörü gösterilemeyeceği ve bu kabil politikaların herkesin “evinde mutlu” olmaları için güvenlik ve saygıya dayalı bir sosyal çevreye ulaşmak amacıyla tasarlandığı belirtilmelidir. Çokkültürlüler polis teşkilatı ve silahlı kuvvetler başta olmak üzere devlet memurluğunda azınlık mensuplarını istihdam etmek, kıyafet yönetmeliği ve çalışma saatlerini azınlıkların kendine özgü şartlarına göre tanzim etmek ulusal kurumların tüm kültürel sosyal çevrelere ait olduğuna yönelik açık bir mesaj göndermek demektir.
Bu yaklaşımın bir uzantısı olarak, Parekh ve Modood yeni göçmenlerin ev sahibi ülkenin ulusal kimliğini kucaklama hususunda daha gönüllü olabileceğini iddia eder. Bu sadakatin şartı, kimliği destekleyen ve ifade eden kamusal sembollerin ve kurumların şekillenmesinde bu göçmenlerin eşit ve değerli rol aldıklarını hissetmeleridir. Bilakis, yeni gelenler ulusal kimliği sahiplenme görevi olmasına rağmen bu kimliğin inşa ve şekillenmesinde hakları olmaması durumunda ulusal kimliğe bağlılıktan kaçınacaklardır.
Yukarıdan beri ifade edilen veri ve parametreler teorik açıdan yeterlidir ama tüm bu iddiaların kanıtı nedir? Bu alanda yapılan deneysel çalışmalar tatmin edici neticeler vermemiştir ve bize oldukça karmaşık ve çelişkili şeyler söylemektedirler. Ancak madalyonun pozitif yüzüne baktığımızda, çokkültürlülük ve etnik uyum arayışı içerisinde olan ülkelerin, eleştirmenlerin uyardığı olumsuz sonuçlardan kendilerini koruduğunu memnuniyetle görmekteyiz. Örneğin, Kanada 1970’lerden beri resmen çokkültürlü politikalar izlemektedir ve dünyanın hemen hemen her bölgesinden göçmen kabul etmektedir ve – yukarıda bahsedilen – etnik gettolaşma, etnik aşırıcılık, dini radikalizm, etnik yapılar arası şiddet ya da güven ve sosyal uyum düzeyinde azalma gibi olumsuzlar Kanada’da söz konusu değildir. Buna mukabil göçmenler ve Kanada doğumlular arasında karşılıklı ayniyet ve kimlik paylaşımı çok üst düzeyde seyretmektedir. Gerçekten de, Kesler ve Bloemraad pek çok ülkeyi içine alan karşılık kültür analizlerinde güven ve entegrasyona dayalı pek çok problemin olumlu bir sürece dönmesinde pozitif etki yaptığını somut kanıtlarıyla ortaya koymayı başarmışlardır.
Pek çok ülkeyi içine alan bir diğer karşılıklı kültür analizinde, göçmenleri hedefleyen çokkültürlü politikalara sahip olan ülkelerde göçmenlerin ülkelere zenginlik getirdiği açıkça ispatlanmıştır. Ayrıca çokkültürlülüğün refahın yeniden dağıtılmasında kamu desteğini sağlayan sosyal dayanışma bağlarını güçlendirdiği bilimsel anlamda ortaya konmuştur. Başka bir delil de Avustralya, Kanada ve İsveç gibi çokkültürlü uyuma dayalı çok güçlü rejimlere sahip olan ülkelerin pek çok göçmenin topluma entegrasyonunda büyük başarılara imza atmış olmalarıdır. Buna ilaveten bu ülkelerin, çokkültürlü olmayan ülkelere göre entegrasyonun, istikrarın ve sosyal uyumun sağlanmasında çok daha büyük performans ortaya koydukları kayda geçirilmiştir.
Tüm bu delilleri özetleyen Kymlicka’nın vardığı sonuç şudur: “Göçmenlerin topluma entegrasyonu çokkültürlü politikaları resmen kabul eden ülkelerde (Kanada ve Avustralya) çokkültürlü olmayanlara göre (Birleşik Devlet ve Fransa) daha hızlı ve sağlıklıdır. Ve bu göçmenler sadece kurumsal olarak bütünleşmiş değildir, aynı zamanda siyasi katılım sürecinde aktif katılımcılar haline gelmişlerdir. Temel kurumların istikrarını korumak ve liberal demokratik değerleri yüceltmek de bu göçmenlerin öncelikleri arasında yer almaktadır”
Ne var ki, bu delil sonuca ulaştırmaktan uzaktır ve çokkültürlü politika savunucuları dahi yüksek oranda göçmen alan toplumlarda çokkültürlü politikaların sosyal uyum ve entegrasyona doğrudan katkısı olduğuna dair yeterli kanıtın olmadığını itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Örneğin, her ne kadar çokkültürlü politikaların refahın yeniden dağıtılması hususunda olumsuz bir tesiri olmasa da, vatandaş dayanışmanın sosyal temelleri konusunda nötr kalabilmektedir. Benzer bir biçimde sağlam çokkültürlü politikalara sahip ülkelerin yeni göçmenleri kabul etme ve toplumla bütünleşme son derece başarılı olduğu görülse de, çokkültürlü politikaların tek başına bu başarının kaynağı olduğunu söylemek de doğru olmaz. Bu bağlamda şunu daima zihnimizde tutmalıyız ki, çokkültürlü politikalar yeni gelenleri toplumla bütünleştirme çabalarında hükümetlerin elinde yasama gücü bulunmaktadır. Yasamanın doğrudan etkileyebildiği en önemli alan, vatandaşlık verme boyutudur. Doğru ve adil bir göçmen seçme sistemi, göçmen alımını yönetilebilir hale getirir ve bu göçmenlere etkin bir biçimde istihdam alanı yaratabilir. Buna ilaveten istihdam rekabetinde mesleki birikimi olmayan ve bundan dolayı dezavantaj yaşayabilecek durumdaki göçmenlere tanıma politikaları yardımcı olabilir.
Tüm bunlarla beraber yanlış bir çokkültürlü politika tercihi, beklenenin aksine, göçmenlerin topluma uyum ve bütünleşmesini oldukça olumsuz yönde etkileyebilir. Örneğin Hollanda’da çokkültürlü politikalar potansiyel vatandaşların entegrasyonu için bir araç olarak değil de, işi bittikten sonra ülkeyi terk etmesi beklenen yabancı işçilerin geçici uyumu için bir vasıta olarak algılanır. Zihinlerde oluşan bu fikrin bir uzantısı olarak Hollandalı yetkililer, azınlıklar ve geniş toplum arasında ayrım yaratan ayrı okullar, hastaneler ve konutlar oluştururlar. Tam da bu nedenle Hollanda’ya yeni gelenlerin ulusal dili öğrenmeleri ve ana toplumun kimliğini edinebilmeleri için çok az bir kaynak ayrılır. Pek çok siyasi düşünürün de hemfikir olduğu üzere bu politika çerçevesi, Hollanda toplumun farklı kesimleri içerisinde etnik unsurlar arasında bölünme, kuşku ve güvensizliği artırmaktadır.
Aynı zamanda bu durumu tek başına çokkültürlü politikaların başarısızlığı olarak yorumlamak yanlıştır. Zira özgün entegrasyon karşıtı Hollanda politikası, Kanada ve Avustralya gibi ülkelerin öncülük ettiği çokkültürlülüğe dayalı ulus inşasına karşıt bir biçimde inşa edilmiştir. Bu ülkelerde azınlık farklılıklarını tanıma ve azınlık özerkliğinin kurumsallaştırılması gibi çokkültürlü politikaların entegrasyonu bozunuma uğratan potansiyeli, David Miller’ın şu ifadelerinde belirtildiği gibi dengelenmeye çalışılır: “ulusal vatandaşlık politikalarının amacı, göçmen gruplarının sosyal entegrasyonunu sağlamak, bu grupların devlete bağlılıklarını derinleştirmek ve bunların demokratik siyasetle ilgilenmelerini teşvik etmektir”. Bu kabil politikalar geniş toplumun üyeleri arasında kuşkuyu azaltmada yardımcı olur ve bu azınlıklar, çokkültürlü politikaların yarattığı etnik ayrımcılığın bir neticesi olarak, yeni çevrelerine kendilerini uyarlama sorumluluğu altına girmezler. Gerçekten de, bu ulus-inşası stratejilerinin başarıları Hollanda ve Birleşik Krallık gibi pek çok Avrupa ülkesinin göçmenle bütünleşme politikalarının artışıyla doğru orantılıdır. Bu ülkelerde çokkültürlü politikalar çok ön planda görünmese bile tamamen elimine edilmiş de değildir.
Kuşkusuz doğru tür, isabetli doz ve doğru kombinasyonla tercih edilen çokkültürlü politikalar, göçmen azınlıklarının ahenkli bir entegrasyon oluşturmasını asla teminat altına alamayacaktır. Örneğin Raz, çokkültürlü politika reformlarının bir ölçüde entegrasyon sağlayıcı isabetli bir faktör olduğunu, bunun daha radikal ve hızlı olanının toplumsal bir geri tepmeyle neticelenebileceğini isabetle belirtir. Entegrasyon ve sosyal uyum başta olmak üzere, geniş toplumun ekonomik istikrarı (ekonomik krizlerin olduğu dönemlerde yabancılara karşı toplumsal öfke büyümektedir), göçmen politikasının toplumda yer edinme süresi (vatandaşların yeni gelenleri kabul etme fikri, göç süresi uzadıkça azalır), olağanüstü siyasi olaylar (terörizm gibi topluma tedhiş ve korku uyandıran olaylar göçmenlere duyulan kuşkuyu artırır) kamuoyunun azınlıklara, göçmenler, göçmen politikalarına ve çokkültürlülüğe bakışını şekillendirmede etkin rol oynamaktadır. Tüm bunlarla birlikte yeni gelenlerin geldikleri ülkede ikamet süresi, ulusal dilleri öğrenme istekleri, sosyal, ekonomik ve siyasi kurumlara dahil olma motivasyonları ve geniş toplumun temel değerleriyle çatışan kültürel pratiklerini uyarlama arzuları da geniş toplumun entegrasyon ve sosyal uyumu hususunda oldukça belirleyici parametrelerdendir. Nihai olarak toplumsal bütünleşme ya da entegrasyon başarısı hem yeni gelenlere ve hem de vatandaşların oluşturdukları kurulu düzene bağlı olan karşılıklı bir etkileşim olgusudur.
Tüm bu serinkanlı ve bilimsel değerlendirmeler ışığında ekonomik krizleri çözemeyen, kendi içerisinde birlik ve bütünlüğü sağlayacak ortak politikalar geliştiremeyen ve devlet ve vatandaş arasında karşılıklı güveni tesis edemeyen Avrupa ülkelerinde istikrarsızlık yayılarak devam edecektir. Fransa’da başlayan Sarı Yelekliler (Yellow Jackets) Hareketi, basit bir sivil itaatsizlik eylemi olmaktan çıkmış, Hollanda ve Belçika başta olmak üzere artık bir Avrupa olayı haline gelmiştir. Kuşkusuz bu devinimin bir nedeni de Avrupa Birliği’nin basiretsiz ve bıktırıcı politikalarıdır. İyi yönetilemeyen bu sokak gösterileri sıradan vatandaşların protesto hareketleri olmaktan çıkmış, bilakis aşırılıkçı, radikal ve ayrılıkçı teröristlerin damgasını vurduğu bir kalkışmaya dönüşmüştür. Son olarak belirmeliyiz ki, kendi değerlerine ihanet emenin ve özellikle Türkiye’deki terörist aktörlere arka çıkmanın bedelini Avrupa, çok ağır ödeyecek gibi görünmemektedir.