SON DAKİKA
Hava Durumu

İran’la ABD muhtemel bir savaşın eşiğinde mi?

Yazının Giriş Tarihi: 23.05.2019 23:42
Yazının Güncellenme Tarihi: 23.05.2019 23:42

İran’la savaş aşamasına gelen ABD’nin bölgede yarattığı tansiyon, dış politikamızın en sıcak gündem maddelerinden birsini oluşturmaktadır. Önce Avrupa Birliği ülkeleriyle varılan nükleer enerji anlaşmasını tek taraflı olarak fesheden, daha sonra İran’a sıkı bir ekonomik ambargo uygulayan ve daha sonra da İran’la işbirliği içerisinde olan ülkeleri diplomatik, ekonomik ve siyasi baskı altına Trump yönetimi yeni bir savaşın işaret fişeğini yakmakta bir beis görmemektedir. Amerika’yla daha  bir çok konuda ciddi ihtilaflar yaşayan ülkemizin İran’a yönelik müstakbel politikası bölge ve dünya açısından önem arz etmektedir. Bu makalemizde İran’la Türkiye’yi yakınlaştıran ve İran’a ABD zaviyesinden bakmamıza mani olan parametreler üzerinde duracağız.

Öncelikle İran’la Türkiye arasındaki benzerliklere bakalım. İran’da yaşanan protestolar olayın gelişim biçimi (modus vivendi) ve stratejik hedefleri (modus operandi) bakımından, Türkiye’nin Gezi olayları, MİT krizi, 17-25 Aralık süreci ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle benzerlik arz ediyor. Bölgede ABD’den bağımsız ve ulusal çıkar odaklı dış politika ve ittifaklar oluşturmak isteyen ülkeler cezalandırılıyor. İran’ın, özellikle Rusya ve Türkiye’yle birlikte hareket ederek ABD’yi adeta Suriye’den atması, ABD’nin en büyük rakibi olarak gördüğü Çin’e ciddi oranda petrol ve doğalgaz satması ve Kudüs’ün İsrail’in başkenti ilan edildiği ABD kararı başta olmak üzere pek çok konuda ABD’ye kafa tutması İran’ı Kuzey Kore ve Venezuela’yla birlikte “haydut devlet” olarak yaftalanmasına yeterli oluyor. ABD’nin İran, Türkiye ve Rusya inisiyatifiyle kurulan ve geliştirilen Astana Süreci’ni baltalamak için Tartus ve Himeymim üslerine 13 adet füze göndermesi ve bu suçu İdlib’te üs kuran Türkiye’ye atma çabası, bu ittifakın yarattığı travmayı gözler önüne seriyor. Buna ilaveten, İran’da birden bire patlak veren bu olaylar, Türkiye ve Yemen’in teklifiyle Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na getirilen ve Amerika’yı dünya kamuoyu önünde yalnız bırakan diplomatik zaferi hem gölgeleme niyetini hem de intikam alma motifini taşıyor.

Öte yandan İsrail’in ekonomik, sosyal ve siyasi güvenliğini sağlamaya yönelik tehdit oluşturan ikinci mega proje, Türkiye’nin güneyinde oluşturulmaya çalışılan Terör Koridorudur. Suriye’nin kuzeyinde oluşturulmak istenen bu koridorla, hem Türkiye’nin Ortadoğu’yla bağı tamamen koparılmış olacak ve hem de Ortadoğu ve İsrail’in yer altı zenginlikleri Türkiye’yi baypas ederek Akdeniz’e ve oradan Avrupa’ya ulaştırılacaktır.

Bir başka boyutuyla İran, ABD’nin terör örgütleri ve bölgede Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan ittifakı üzerinden bölgeyi yeniden şekillendirme çabasında bir engel olarak görülüyor. Zira Suudi Arabistan petrol paralarını alamama, terörist ülke olarak yaftalanma, rejim değiştirme ve taht kavgaları gibi tehditler nedeniyle ABD’nin emrine girdi. ABD ise sözde radikal İslam’la savaşmak amacıyla Suudi Arabistan’ın modalitesi üzerinden “ılımlı İslamı” oluşturmaya çalışmakta ve diğer yandan da mezhep savaşı çıkarmayı arzulamaktadır. Bu bağlamda zaman zaman özellikle Suriye politikasında farklı duruş ve siyasetimizle karşı karşıya kaldığımız İran’ı destekleme zamanıdır. Zira İran, içerideki demokrasi eksikliği, rejimin yarattığı sıkıntılar ve refahın adil dağıtılmaması gibi nedenlerle dış müdahaleye maruz bırakılmaktadır. Hâlbuki İran’da rejimin değişmesi gerekiyorsa bunun kararını İsrail ya da ABD değil, sadece İran halkı verecektir. Bu bağlamda –uluslararası medya tarafından pompalansa da – Türkiye’nin bölgede bir eksen oluşturma gibi bir fikri yoktur. Türkiye bir yandan Katar krizinin çözümüne ciddi katkı sunabilmekte ve buna mukabil Suudi Arabistan’la da iyi ilişkilerini sürdürmeyi başarabilmektedir. Bölgemizde çıkacak bir Sünni-Şii çatışması bölgenin kalıcı bir kaosa teslim edilmesi ve şimdiye kadar elde edilen tüm kazanımların heba etmesi anlamına gelmektedir.

İran’ın bölünmesi ve parçalanması, Türkiye’nin de istikrarsızlaştırılmasına yol açmakla kalmayacak, rejimleri ve yönetimleri değiştirmek için iç istikrarsızlıklar yaratma emeli peşinde koşan devletlerin cesaretini de artıracaktır. Nitekim aynı mihraklar Türkiye’yi karıştırmak ve ekonomisini çökertmek için ABD’de Hakan Atilla davasını açtılar. Öte yandan Türkiye’nin güvenliksiz bir ülke olduğu kanaatini yaymak için skandal bir seyahat uyarısı yapan ABD, vize yasağı getirerek uzun dönem karşılıklı ziyaretleri engellemişti.

Türkiye’yle İran’ın son süreçte yaşadıkları tecrübe, mazileri bakımından birbirlerine oldukça benzemektedirler. Türkiye özellikle iki binlerin başından beri uluslararası sisteme entegre edilmeye çalışılan bir ülke. Afganistan ve Irak işgalinden sonra 2004 yılında Richard Holbrooke tarafından “ılımlı İslam” kavramı ortaya atıldı. Türkiye, 11 Eylül saldırılarından sonra olumsuz bir uluslararası algı kazandırılmak istenen İslam’ı, Batı’nın istediği bir İslam modalitesiyle dönüştürme vazifesi verilen bir ülke oldu. Şah döneminde Batı adına bölgenin jandarmalığını yapma hizmeti İran’a verildiği gibi, NATO kapsamında Türkiye de ABD’nin kanat ülkesi konumundaydı. Ancak Türkiye’nin bu misyonu kabul etmemesi üzerine 2004-2005 yıllarında Gürcistan ve Ukrayna’nın istikrarsızlaştırılması üzerinden Türkiye’nin kuzeyi, 2010 yılındaki Arap baharıyla Türkiye’nin güneyi istikrarsızlaştırıldı. O zaman diliminden itibaren Türkiye, bir diktatör tarafından yönetilen, istikrarsız üreten ve uluslararası sistemi tehdit eden bir ülke olarak gösterildi. İran da aynı dönemlerde benzer algılara sahip olan ve vereceği tavizlerle uluslararası sisteme entegre edilmek istenen bir ülke oldu. Haydut ülke ilan edilen İran’ı Türkiye ve Brezilya’nın devreye girmesi, işgal tehdidinden kurtardı.

Her iki ülkenin ABD’den bağımsız politikalar uygulaması, uluslararası sistem açısından bir tehditti. Buna mukabil olarak, Türkiye 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle, İran ise Meşhet protestolarıyla cezalandırıldı. İran ise; özellikle son dönemde Arap Baharının ardından Suriye, Yemen, Lübnan ve Irak’ta stratejik kabiliyetlerinin üstünde roller üstlendi. Şiilik üzerinden bölgede önemli bir hâkimiyet alanı kurdu. Türkiye-İran ilişkileri bir yandan farklı etnik, dini ve mezhepsel unsurları bünyesinde barındıran emperyal bir geçmişe sahip olmak, bin yıla yakın süre Türkler tarafından yönetilmiş olmak ve yakın tarihteki benzerlik bakımından mukayese edilmeye değerdir.

19. yüzyıldan itibaren İran Batılılaşma süreciyle yeni bir döneme hazırlanıyordu. Modernizm sürecini başlatan Kaçar iktidarları, yüzyılın ikinci yarısından itibaren laik ve modern bir görüntü içine büründü. İngilizlerin sivil; Rusların askeri bürokrasileri örnek modeller olarak alındı. Güçlü bir tüccar sınıfının oluşturulması, devlet ya da özel girişimle imalat veya yarı imalat sanayi sektörlerinin kurulmasına çalışıldı. Kapitalist üretim-tüketim ilişkileri İran’da geliştikçe, toplumsal sınıflar da önemli bir dönüşüm sürecine uğradı. Nitekim bu dönüşüm 20. yüzyılın başında iktidara gelen Şah Rıza Pehlevi’den sonra ivme kazanmıştır. Sözü geçen dönem Türkiye’nin de hızlı bir batılılaşma ve modernleşme dönemi oldu. Osmanlı’da ıslahatlar, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde devrim ve inkılaplar olarak tezahür eden modernleşme, batılılaşma yolunda ilerlemeye devam etti.

Şahın gücünü sınırlandırarak İran halkını karar alma sürecine dâhil etmek üzere yapılan 1906 Anayasa devrimi, ülkeyi İngilizlere terk eden 1951-1953 petrol kamulaştırma hareketi, 1978-1979 İran İslam devrimi – birebir aynı anlamları muhtevi olmasalar da- Türkiye’de ikinci meşrutiyet, tek parti dönemi batıya temsiliyet ve 1980 askeri müdahale ciddi benzerlikler içeren tarihi dönüm noktalarıdır.

20. yüzyıl tam anlamıyla modern İran’ın İngiliz, Amerikan ve Rus emperyalizmiyle mücadelesi içinde geçmiştir. Bu yüzyıl, bir yandan ülkeyi modernize etmek isteyen İran şahlarının çabaları, bir taraftan da büyük güçlerin bölge üzerindeki çekişmesi tam bir kaosun yaşandığı bir dönem olma özelliğini taşımaktadır. Özellikle otuzlu yıllarda Atatürk Türkiye’sini örnek alan Şah Rıza dönemi ciddi anlamda modernleşme yolunda reformların yapıldığı bir dönem olma özelliğindedir. Ne var ki reform süreci İran toplumunu belli bir noktada tutamamış aksine karışıklığı artırmıştır. Nitekim Şii mezhebi üzerinden üretilen din algısı 1979 yılında İran Şahının ülkeyi terk etmesiyle sonuçlanacak ve Ayetullah Humeyni önderliğinde İran İslam Cumhuriyeti kurulacaktır. Nitekim bu dönem, Türkiye’de askeri bir müdahalenin yaşandığı ve dış politikanın tamamen Batı’ya terk edildiği bir dönem olmuştur. İran’ın Batı için oynadığı rol, Türkiye tarafından üstlenilmiştir.

Türkiye-İran ilişkilerin yirminci yüzyılın başlarından başlayarak izlediği olumlu seyir, 1979 İslam devrimiyle beraber yerini gerilimli bir tabloya bırakmıştır. Türkiye’de 1980 yılında yaşanan askeri müdahale bu ilişkileri daha da sıkıntılı bir sürece taşımış, 1980’lerin ortasında ortaya çıkan ve Türkiye’nin ulusal güvenliğine önemli bir tehdit oluşturan PKK’ya İran’ın kendi sınırları içerisinde bulunan Kandil üzerinden verdiği destek iki ülke arasında ciddi bir krize yol açmıştır. Türkiye’nin İran Azerbaycan’ıyla kurduğu yakın ilişkiler, rejim muhalifi Halkın Mücahitleri Örgütü’ne verilen destek ve seksenli yıllarda İran’dan Türkiye’ye yaşanan mülteci akını krizi daha da artırdı. Öte yandan Arap Baharı olarak isimlendirilen Ortadoğu’daki demokratik sosyal eylemler neticesinde rejimlerin değişmesine yol açan konjonktürü fırsata dönüştürmeye çalışan İran’ın girişimleri de Türkiye’nin tepkisine neden oldu. Mezhepçi politikaların saikıyla yayılmacı politikalar izleyen İran, Irak, Suriye, Yemen ve Suudi Arabistan’da askeri müdahalelerde bulunarak Türkiye’nin etkinlik alanını kısıtlamaya çalıştı. Ancak Obama’nın son döneminde ABD’nin Suriye’de etkisizleşmesi bölgede büyük bir boşluk yarattı. Bu boşluğu dolduran ilk ülke Rusya oldu. Trump iktidarı ise Suriye’de YPG/PKK’yı desteklemek ve Fırat’ın doğusunda bir terör devleti kurmak suretiyle Türkiye’nin Ortadoğu ve enerji koridorlarıyla bağını kopartmak istedi. Bu durum Türkiye’nin geleneksel ittifak sisteminin dışına çıkarak İran ve Rusya ile yakınlaşmasına ve Cenevre Sürecine alternatif olarak doğan Astana Sürecinin bir parçası haline gelmesine neden oldu. Ancak bu ittifak sürecinde dahi İran, Türkiye’yi bir rakip olarak görmekten çekinmedi. İdlip başta olmak üzere farklı bölgelerde Türkiye ile Rusya’nın arasını bozmaya yönelik saldırı ve entrikalar düzenleyen İran, daima ikircikli politikalar izlemeyi tercih etti. ABD’nin İran’ı kuşatarak parçalama niyetini açıklaması ve P5 +1 ülkeleriyle imzalanan nükleer enerji anlaşmasını feshetmesi üzerine Türkiye, bu problemli komşusunun toprak bütünlüğüne tam destek verdi. Zira Türkiye, İran’a yapılacak gayri meşru bir müdahalenin bölge istikrarına zarar vereceğinin ve oluşan ittifak sistemlerinin yarattığı dengeyi bozacağının farkında. Sonuç itibarıyla Türkiye, enerji sağlayıcısı konumunda olan İran’la yaşadığı tüm sorunlara rağmen müzakere ve diplomasi yollarını daima açık tutarak çatışmadan uzak durmayı başarabilmiştir.

 

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.