İlk yurtdışı seyahatim üniversite sonrası girdiğim işyeri beni İngiltere’ye eğitime gönderince olmuştu. 1991 yılının Nisan ayı idi. Seyahatlerimde gözlem yapmayı ve dersler çıkarmayı severim. Bugüne kadar gerek iş gerek turizm, gerek spor ve kültürel amaçlı 50 ye yakın ülkede bulundum. Aradan geçen 30 yılda her yurda dönüşte yabancılarla farklarımızı karşılaştırır dururum. Burada bir istatistiki bilgi paylaşmakta fayda var;
Ülkemizde yaklaşık 10 milyon pasaport var. Bunların tahminen 7 milyonu hac ve umre ziyaretleri için kullanılan pasaportlar. Geri kalan 3 milyonun ise yaklaşık 1 milyonu düzenli olarak yurtdışı seyahati yapıyor. Bu rakamın içinde iş adamları, bürokratlar, sanatçılar ve büyük çoğunlukla turizm amaçlı seyahat edenler var. Dolayısı ile ülkemizin aslında yurtdışından gerçek anlamda, filmler vb. dışında haberi olan kesimi, nüfusun %1,5’uğundan az. Gelelim gözlemlediğim farklara. Eminim büyüklü küçüklü birçok fark yazılabilir. Ama ana hatlarıyla baktığımda beni en çok sarsan farklardan birisi, ilk tanışmalarda görülür.
Bir Türk diğer bir Türk’le tanıştığında ilk birkaç sorunun içinde mutlaka:
- Nerelisiniz?
- Ne iş yapıyorsunuz?
Olur.
Bu sorular ile hemen ulaşmak istediği nokta, kültürel bir etiket ile karşısındaki kişiye nasıl davranmasını belirlemektir. Yaptığı işi öğrendiğinde de ona gelir durumuna göre davranacaktır. Zaten ne iş yaptığını aslında kaç para kazandığını tahminlemek için sormaktadır. Peki batılı bir ülke vatandaşı bir başkasıyla, kendi vatandaşları ve veya yabancı kişilerle tanıştığında ne sorar?
- Nasılsınız?
- Bu konuda ne düşünüyorsunuz? biliyorsunuz?
- Bu yaptığınızı neden böyle yapıyorsunuz? Nasıl yapıyorsunuz?
Batılı, nerelisiniz ya da ne iş yapıyorsunuz gibi kişisel ve kategori sorularını ancak birkaç görüşme sonrasında ve belki bir ihtimal soracaktır. Çünkü hem ayıplanır hem de kültürel kodlarında böyle bir şeyi sormak yoktur. Karşısındaki kişiyi tanımaya, ondan bilgi, deneyim anlamında katkı almaya çalışmaktadır.
Biz niye bu kadar özel ve kategorik sorular soruyoruz? Çünkü biz tembeliz. Bir insanı tanımak, onu değerlendirebilmek için, insanın hem büyük efor harcaması hem dikkatini vermesi hem de en başta kendisini de iyi tanıması gerekir. Bu ise çok zor olduğu için, genellikle kolaya kaçar, kültürümüzün bize hazırladığı, “Trabzonlu”, “Sivaslı” paketi ile, “manav”, “mobilyacı”, “galerici” kategorileri ile hızlıca karşımızdakine bir tavır belirleriz. Bu yüzden birçok kişi karşısındaki kişiden elde edebileceği müthiş deneyimleri, bilgileri ıskalamaktadır. Halbuki her insan hayat yolculuğunda birçok farklı deneyim yaşamış ve bilgiler edinmiştir. Bir kişinin bir başka kişinin yaşadığı her şeyi bilmesi mümkün olmadığı için yeni bir şeyler öğrenebileceği bir fırsatı kaçırmaktadır. Bu kalıplar içerisinde yaratılan iletişim, çok kuru bir yapıda olmakta ve bu yüzden de yüzeysel, geçici ilişkiler yaratılmaktadır. Bu süreçte birçok yanlış değerlendirmeler oluştuğu için bireysel ve toplumsal gelişimin önü çok daralmaktadır. Bu tür kültürel kodlarımızın nasıl iyileştirilebileceği sosyal psikolojinin konusu, ama bu durum tespitinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Ölürüm Türkiyem !
Gözlemlediğim bir başka konu da yabancı ülkelerde vatandaşlık bağının günlük hayatta aktif olarak yaşanmakta olduğu biz de ise bu konunun milliyetçilik sınırları içine hapsedildiğidir. Türklük için, vatan için hayatını kolayca ortaya koyan, ülkesinde yaşayan insanların güvenliği için canını verebilen vatandaşlarımız, aynı vatandaşının yaya geçidinde geçiş hakkını ihlal etmekte, kuyrukta beklerken diğerlerinin önüne geçmekte bir beis görmemektedir. Vatanı için canını vermekle gurur duyan vatandaşlarımız, vergi kaçırmaktan sokağa çöp atmaya, yeşili yok etmekten havayı kirletmeye kadar her türlü gayri hukuki ve gayri ahlaki aktivitede bir beis görmemektedir. Birçok batılı ülkede ise, kurallara harfiyen uyan, uymayanları uyaran ve yaptırım uygulayan bir kültür oturmuş ve milliyetçilik her vatandaşın her gün uyguladığı bir pratik olmuştur.
Bugün ülkemizde devlet okuluna giden bir öğrenci, öğretmenleri, okul binaları, bilgisayarları, laboratuvarları ile kendi vatanının fedakarlıkla ürettiği gelirden alınmış kaynakları tükettiğinin bilincinde değildir. Vasat ve vasat altı bir performansı yeterli görmektedir. Aynı şekilde öğretmenler de ülkenin en değerli kaynağı olan genç nüfusun kendilerinin gayretleri ile vatana millete verimli hale geleceğinin farkında ya da kaygısında değildir. Ama aynı vatandaşlarımız, “Irmağının akışına, düzlüğüne yokuşuna… ölürüm Türkiye’m!” şarkısıyla heyecanını ve vatan sevgisini ifade etmeye çalışmaktadır.
Gerçekte olan ise, Türkiye’nin ölmekte olduğudur!
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Alim Küçükpehlivan
Ölürüm Türkiye’m!
İlk yurtdışı seyahatim üniversite sonrası girdiğim işyeri beni İngiltere’ye eğitime gönderince olmuştu. 1991 yılının Nisan ayı idi. Seyahatlerimde gözlem yapmayı ve dersler çıkarmayı severim. Bugüne kadar gerek iş gerek turizm, gerek spor ve kültürel amaçlı 50 ye yakın ülkede bulundum. Aradan geçen 30 yılda her yurda dönüşte yabancılarla farklarımızı karşılaştırır dururum. Burada bir istatistiki bilgi paylaşmakta fayda var;
Ülkemizde yaklaşık 10 milyon pasaport var. Bunların tahminen 7 milyonu hac ve umre ziyaretleri için kullanılan pasaportlar. Geri kalan 3 milyonun ise yaklaşık 1 milyonu düzenli olarak yurtdışı seyahati yapıyor. Bu rakamın içinde iş adamları, bürokratlar, sanatçılar ve büyük çoğunlukla turizm amaçlı seyahat edenler var. Dolayısı ile ülkemizin aslında yurtdışından gerçek anlamda, filmler vb. dışında haberi olan kesimi, nüfusun %1,5’uğundan az. Gelelim gözlemlediğim farklara. Eminim büyüklü küçüklü birçok fark yazılabilir. Ama ana hatlarıyla baktığımda beni en çok sarsan farklardan birisi, ilk tanışmalarda görülür.
Bir Türk diğer bir Türk’le tanıştığında ilk birkaç sorunun içinde mutlaka:
- Nerelisiniz?
- Ne iş yapıyorsunuz?
Olur.
Bu sorular ile hemen ulaşmak istediği nokta, kültürel bir etiket ile karşısındaki kişiye nasıl davranmasını belirlemektir. Yaptığı işi öğrendiğinde de ona gelir durumuna göre davranacaktır. Zaten ne iş yaptığını aslında kaç para kazandığını tahminlemek için sormaktadır. Peki batılı bir ülke vatandaşı bir başkasıyla, kendi vatandaşları ve veya yabancı kişilerle tanıştığında ne sorar?
- Nasılsınız?
- Bu konuda ne düşünüyorsunuz? biliyorsunuz?
- Bu yaptığınızı neden böyle yapıyorsunuz? Nasıl yapıyorsunuz?
Batılı, nerelisiniz ya da ne iş yapıyorsunuz gibi kişisel ve kategori sorularını ancak birkaç görüşme sonrasında ve belki bir ihtimal soracaktır. Çünkü hem ayıplanır hem de kültürel kodlarında böyle bir şeyi sormak yoktur. Karşısındaki kişiyi tanımaya, ondan bilgi, deneyim anlamında katkı almaya çalışmaktadır.
Biz niye bu kadar özel ve kategorik sorular soruyoruz? Çünkü biz tembeliz. Bir insanı tanımak, onu değerlendirebilmek için, insanın hem büyük efor harcaması hem dikkatini vermesi hem de en başta kendisini de iyi tanıması gerekir. Bu ise çok zor olduğu için, genellikle kolaya kaçar, kültürümüzün bize hazırladığı, “Trabzonlu”, “Sivaslı” paketi ile, “manav”, “mobilyacı”, “galerici” kategorileri ile hızlıca karşımızdakine bir tavır belirleriz. Bu yüzden birçok kişi karşısındaki kişiden elde edebileceği müthiş deneyimleri, bilgileri ıskalamaktadır. Halbuki her insan hayat yolculuğunda birçok farklı deneyim yaşamış ve bilgiler edinmiştir. Bir kişinin bir başka kişinin yaşadığı her şeyi bilmesi mümkün olmadığı için yeni bir şeyler öğrenebileceği bir fırsatı kaçırmaktadır. Bu kalıplar içerisinde yaratılan iletişim, çok kuru bir yapıda olmakta ve bu yüzden de yüzeysel, geçici ilişkiler yaratılmaktadır. Bu süreçte birçok yanlış değerlendirmeler oluştuğu için bireysel ve toplumsal gelişimin önü çok daralmaktadır. Bu tür kültürel kodlarımızın nasıl iyileştirilebileceği sosyal psikolojinin konusu, ama bu durum tespitinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Ölürüm Türkiyem !
Gözlemlediğim bir başka konu da yabancı ülkelerde vatandaşlık bağının günlük hayatta aktif olarak yaşanmakta olduğu biz de ise bu konunun milliyetçilik sınırları içine hapsedildiğidir. Türklük için, vatan için hayatını kolayca ortaya koyan, ülkesinde yaşayan insanların güvenliği için canını verebilen vatandaşlarımız, aynı vatandaşının yaya geçidinde geçiş hakkını ihlal etmekte, kuyrukta beklerken diğerlerinin önüne geçmekte bir beis görmemektedir. Vatanı için canını vermekle gurur duyan vatandaşlarımız, vergi kaçırmaktan sokağa çöp atmaya, yeşili yok etmekten havayı kirletmeye kadar her türlü gayri hukuki ve gayri ahlaki aktivitede bir beis görmemektedir. Birçok batılı ülkede ise, kurallara harfiyen uyan, uymayanları uyaran ve yaptırım uygulayan bir kültür oturmuş ve milliyetçilik her vatandaşın her gün uyguladığı bir pratik olmuştur.
Bugün ülkemizde devlet okuluna giden bir öğrenci, öğretmenleri, okul binaları, bilgisayarları, laboratuvarları ile kendi vatanının fedakarlıkla ürettiği gelirden alınmış kaynakları tükettiğinin bilincinde değildir. Vasat ve vasat altı bir performansı yeterli görmektedir. Aynı şekilde öğretmenler de ülkenin en değerli kaynağı olan genç nüfusun kendilerinin gayretleri ile vatana millete verimli hale geleceğinin farkında ya da kaygısında değildir. Ama aynı vatandaşlarımız, “Irmağının akışına, düzlüğüne yokuşuna… ölürüm Türkiye’m!” şarkısıyla heyecanını ve vatan sevgisini ifade etmeye çalışmaktadır.
Gerçekte olan ise, Türkiye’nin ölmekte olduğudur!